29 Aralık, 2006

KUTLAMA VE SİİRT SOKAĞINDAN İZLENİMLER

Öncelikle herkesin bayram gibi bir bayram yaşamasını, 2007 yılının huzurun hakim olduğu bir yıl olmasını temenni ederek başlamak istiyorum. Haberlerde iç karartan hadiselerin daha az duyulduğu, demokrasi getirmek adına bir ülkenin insanlarının hunharca katledildiği bir yıl olmamasını, her bir canı, her bir zerreyi Yaratan'dan diliyorum.

Yarın sabaha doğru yola çıkacağız kısmetse. Yaklaşık bir aydır hastanede olan Anneciğimi görebileceğim inşallah. Tüm hastalara acil şifalar dilerken, trafik kazalarının bir savaş kadar zayiat verdiği bir bayram ve yıl olmamasını diliyorum.

Şam Sokağından sonra bir Siirt Sokağı yazısı kaleme alacağımı düşünemezdim. Hayatımızda planlayamadığımız nice olay yaşanıyor, herkese tahminlerinin ötesinde güzellikler dileyerek başlayayım isterseniz.

Dün, işle ilgili bir husustan dolayı Fatih civarındaydım. Benim görüşmelerim erken bitip de, aynı araçla gittiğimiz arkadaşların ki devam edince, o süre de eşimle buluşmaya karar verdim. Vakit öğlen olunca, nereye gidebiliriz muhabbeti başladı.

Bir kaç yıl önce görmüştüm ilk kez. Aranızda bilenler vardır elbet ama, ben bu sefer de kendimi çok uzaklara gitmişcesine, çok kısa bir sürede sanki farklı bir ilde hissetmenin şaşkınlığını yaşadım yeniden. Otlu peynirler, keşler, tereyağları bir tarafta arzı endam ederken, diğer yanda yeni mahsul karpuz çekirdeği bulunur yazıları gözünüze ilişiyor. Kahvesi yapılan Menengüç bir yanda süzülürken, yanında ki ufak çekirdeklerin "summak" olduğunu öğreniyorsunuz. Zaten yaprak ve sıvı halde olanı tanıyalı çok fazla olmamışken. Çok farklı, tanımadığınız kırmızı mercimeğin siyahı gibi ve daha birçok şeyler görüyor ama hepsini de sormaya çekinip devam ediyorsunuz. Siirt cevizi ile ilk kez tanışıp, fanuslara tepeleme konmuş, açık tütünlerin önünden geçerken, kasaplarda kesilip, askılarla sıralanmış onlarca küçükbaş hayvanın yanısıra, beride ütülmüş koyun kelleleri sırıtarak bakıyor size. Mumbar ve şirden bulunur yazılarını okuduktan sonra, lokantalarda kızarmış büryanların da yine askıda ve vitrinde olduğunu görüyorsunuz. Perde pilavı ve büryan tüm lokantaların ana yemeği. Daha iyi fiziki şartları olan bir restorant bulmak için neredeyse hepsini dolaştıktan sonra, önceki gittiğimiz Büryancı Osman'a uğradık. Mekan çok dumanlı biraz sonra gelelim deyince, 'başım-gözüm üstüne bekleriz ağam' cevabını aldık pekiştiren ve içten bir uslupla.

Epey bir dolaşmış olarak ve de sigara dumanlarının tahliyesini de bekleyerek kürkçü dükkanına geldik. Perde pilav tek porsiyonluk hazrlanmış ama, bizim aldığımız bir porsiyon bile dört kişiye rahat yeter bana göre. Büryanı içerde kuyularda pişiriyorlarmış, ben sadece resmini gördüm kuyunun. Yanında şalgam suyu ve ayran alabiliyorsunuz. Servisi beklerken dükkanın önündeki çiğköftecinin hızlı ve becerikli hareketlerle sunuma hazırlayışını izledim. Seylan çayını pek sevmem ama, onların ki güzeldi. Ne alırsınız sorusu sadece eşime sorulmasına rağmen bu farklı mekandaki samimi ve saygılı insanları sevdim ben. Ayrıca başta da ifade ettiğim gibi kendimi bir saat içinde Siirte gitmiş gibi hissettim.

Hepinize tekrar iyi bayramlar, sağ-salim dönebilirsek görüşmek üzere. Hoşçakalın.

Not: Yemeklerin tarifini yazamadım, bayram sonrasına inşallah.

25 Aralık, 2006

Şam Sokağı ve Anne Aşlarından




Öncelikle Anneciğimin sağlığı ile alakadar olan arkadaşlarıma tekrar teşekkür ederek başlamak istiyorum. Annem malesef hala hastanede.

Kızım 8. sınıf ve OKS'ye odaklandığı için, biz Ali ile cumartesi gezilerine başbaşa devam ediyoruz. Bu cumartesi günü Taksim'de ki Şam Sokağı vardı programımızda. Kameram da transfer problemi yaşandığı için servise gönderdiğimden sizlerle paylaşabileceğim bir görüntü kaydedemedim. Tesis edilen sokakta Şam'a özgü bazı lezzetler ve eserler sergilenmekte. Yaşlı bir amca, "turmus" adı verilen bir ikramda bulunuyor. Bildiğimiz fasulyeye göre daha yuvarlak bir çeşit, haşlanmış üzerine kimyon, kırmızı biber gibi baharatlarla tuz serperek sunuluyor. Ücretini sorduğumuzda Suriye, ikram diyerek gülümsüyor.Ustalar soba tarzında hazırlanmış saçlar üzerinde, incecik açtıkları mayalı yufkaları rapatalara yapıştırıp, saca koyarak, kızaracak kadar pişiriyorlardı. Yan tarafta humus ve turşu ve salata tarzı malzemelerle birlikte ikram ediliyor sanırım ama, bizim beyzade sade aldı. Hani bunun yağı ve piyniri abi dediyse de Türkçe bilmeyen Suriyeli ustalar bizimkinin gözleme aradığını anlayamadılar tabii. Bu arada, hala peynirin adı piynir, gözleme de közleme diye telaffuz ediliyor. Zahmet olmasın kendilerine.

Suriyeli bir grup canlı ve hareketli mazhar eşliğinde ellerine kılıçla gösteriler yapıp zaman zaman Istanbul! diyerek inletiyorlardı. Bir arada mazhar eşliğinde arapça ilahilerle gösteriler yaptılar.

Şam Sokağında sedef kakmalı ahşap eşyaları da sayarasak görebildiklerimiz bu kadar oldu. Zira ziyaretçi yoğunluğu sebebiyle küçük bir alan olmasına rağmen hepsini göremedik.

Bu arada bizim teftiş bitti, işlerimizle ilgili önemli bir eksiğimiz bulunmaması sevindirici oldu. Yulardaki yemekler canım annemden öğrendiğim, kuru dolma, patatesli içli köfte, Annemin güzden kesip, bizlere gönderdiği makarnalardan sofra dergisindeki bir tarife göre yaptığım Ağrı Mantısı ve yine annemin nohutlu, köfteli ayran aşı. Benim çocukluğumda pesküdanla yapılırdı kışın. Bazı yörelerde buna lebeniye çorbası da deniyor. Bu yemekler geçen hafta sonu gelen arkadaşlarıma yaptıklarımdan. Bloguma bakamayacak kadar yoğun olduğum için bugüne kaldı. Eğitimlerimiz de yine devam ediyor. En son 'Problem Çözme Teknikleri' seminerini aldık. Tarifleri daha sonra yazmak üzere hoşçakalın.

 Posted by Picasa

11 Aralık, 2006

HERCAİ

Bu sabah işe gelirken, yol kenarlarının hercai menekşelerle düzenlendiğini görmek beni mutlu etti. Çocukluğumda Annem ve Babam iki çiçek sever insanın bahçemizde büyüttüğü rengarek çiçeklerden bir tanesi de menekşeydi. Nazenin, kibar, mahçup ve bir o kadar da güzel gelirdi bana. "Mor menevşe boynun eğmiş, gül kızarmış hicabından" dizesinden mi bilmem, menekşe boynu bükük bir güzel di benim için.

Menekşe bir çok çiçek te olduğu gibi en çok da anne-babamı çağrıştırdığı için daha bir yakın, daha bir duygulu, daha bir bizden geliyor bana sanırım. Bugün işyerime gelen amcanın, odamdaki benjaminden bir dal koparabilirmiyim fide için demesi üzerine, gözlerim doldu, başımı kaldırınca üzerindeki paltonun da babamla aynı olduğunu farkederek, tutar mı ki amcacığım dedim, tutarmı ki?..

Tutuyor, çok çoğalttım bunların benzerinden dedi babam gibi yine. Makasla, itinayla kesip, dışarda üşümesin diyerek paltosunun içine yerleştirirken gazetemi uzattım sarması için. Sarıp yine koynuna koyup, bir yığın teşekkürle yola koyuldu... Ben pencereye döndüm, buraya da ekilmiş hercai menekşeler. Günlerdir yoğunluktan bakamamışım. Bakışlarım çiçeklerden ötelere, E-5'e doğru uzandı, giden arabalar, belki de şu son otobüs, yada havalanından henüz kalkıp göklere süzülen bu uçak annemin olduğu yere gidiyordu. Anneciğim şu an İzzettin Keykavus hastanesinde yatıyor ve belki benim gibi pencereden hercailere bakıyor. Bu çiçek ve bu şiir bana O'nu, şu an elimde bir demet çiçekle, koğuşuna giriyor olmayı çok arzu ettiğim Annemi hatırlatıyor.


HERCAİ MENEKŞE


SENİ DÜŞÜNDÜKÇE KARLAR DÜŞÜYORDU YÜREĞİME,

SEN DÜŞTÜKÇE BEN ÜŞÜYORDUM,

VE KÖMÜR KARASI GÖZLERİNİ YAKIYORDUM ÜŞÜDÜKÇE!

SONRA GÜNEŞ OLUYORDUN…

DEĞİNCE YÜREĞİME,ERİYORDUM!

SONRA ÇİÇEKLER AÇIYORDU YÜREĞİMDE ATEŞ KIRMIZISI,

KAR BEYAZI...

KAR BEYAZI KARDELENLER BEN OLUYORDUM

HERCAİ MENEKŞE SEN… GELMİYORDUN!

SONRA UMUT OLUYORDUN,ÇOCUKSU DÜŞLERİMİ VERİYORDUN BANA ;

ÖZLEMLERİMİ, ÖZLENİŞLERİMİ…BULUT OLUYORDUN SONRA,DOKUNUVERİNCE YÜREĞİME YAĞIYORDUM!

DOKUNUVERİNCE YILDIRIMLAR DÜŞÜYORDU YÜREĞİME…

YANIYORDUM GÖZLERİN DEĞİNCE GÖZLERİME… AĞLIYORDUM!

SONRA GÜNEŞ OLUYORDUN…DEĞİNCE YÜREĞİME, ERİYORDUM!

SONRA ÇİÇEKLER AÇIYORDU YÜREĞİMDEATEŞ KIRMIZISI, KAR BEYAZI...

KAR BEYAZI KARDELENLER BEN OLUYORDUM

HERCAİ MENEKŞE SEN…

GELMİYORDUN! (Ali Galip SARI)

Hoşçakalın...

04 Aralık, 2006

CANDAN'IN ANNESİ....

Bugün çocuğun kontrolleri için hastane yolunu tutmak üzere arabaya geçmiştim ki bir mesaj sinyali geldi kulaklarıma. Açtım, inanamadım, bir daha okudum, değişen bir şey yok. Allah'tan geldik ve yine O'na döneceğiz, inanıyoruz. Lakin, yine de bekleyemiyoruz, konduramıyoruz ölümü.

Mesaj Sevgili Berrin'den. Bloggerlar ve çoğu okuyucular tanır, bizim sevimli şirinemiz Candan'ı. Annesi, ani bir rahatsızlık neticesi hayatını kaybetmiş. Ölüm kaş ile göz arasında der ya eskiler, ölüm kaş ile göz arasında... Gelmiş ya cihane, baş ağrısı, o, bu hepsi bir bahane. Geçen de yazmıştım ya, 'Kimbilir nerede, ne zaman ve kaç yaşında, bir namazlık saltanatımız olacak, taht misali o musalla taşında'...Hemen telefonun tuşlarına dokundum, Candan'ın alo sesini duyuyorum, Allahım böylesi durumlarda konuşmak, birşeyler söylemek ne de zor. Rabbim sabrını, metanetini artırsın. Anneciğini rahmeti ile kuşatsın Sevgili Kardeşimizin.

Dünya işte' bir var bir yoksun' der bir şairimiz. Diğer bir şiirinde ise; "Çekme üç beş günlük dünyaya esef, dayan kalbim bir kaç nefes kadarcık" der ve çok sıkıldıysam birşeylere, bu dizeler dile gelir bende. Özellikle Necip Fazıl'ın ölüm temalı şiirleri etkiler beni. Yukardakilerden başka; " Ölüm güzel şey budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı ölürmüydü Peygamber" dizeleri Babamın mezar taşında da yazar ayrıca. Yine " O dem ki perdeler kalkar, perdeler iner/ Azraile hoşgeldin diyebilmekte hüner" dizeleri de düşündürür beni. İyi yaşamak,azraile hoşgeldin diyebilmek, iyi atlara binip gidivermek, gitmesi mutlak olan bu yerden.

"Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var/ Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var" dizeleri gönül telime o kadar derinden dokunmasa da;
"Gideriz nur yolu izde gideriz,
Taş bağırda, sular dizde gideriz,
Bir gün akşam olur, biz de gideriz,
Kalır dudaklarda şarkımız bizim" dörtlüğü beni alır götürür ötelere doğru. Allah Candan'ın Annesini rahmeti ile karşılasın, şu satırları yazdığım saatler kabrinde ilk gecesi. Dua edelim O'na ve tüm geçmişlerimize. Bizlere de Allah güzel yaşamayı, güzel bir şekilde ölmeyi nasip etsin. Bir bilge ağızın ifadesiyle; "kuşlar uçuyor, ömür geçiyor..."

Güzel günler dilerim.





29 Kasım, 2006

BİR AÇIKLAMA

Günlerdir blogumu güncellemeyi, arkadaşlarımın sitelerini ziyaret etmeyi planlıyorum. Her biten günün sonunda bugün de olmadı deyip, üzülüyorum. En sonunda hiç olmazssa bir açıklama yazmayı uygun buldum.

Daha önce de arzetmiştim, bizim bu aralar iş yoğunluğumuz had safa da. Kızımın rahatsızlığına, bilgisayarımızın iyice ahesteleşmesi ve kameranın görüntü transferindeki problem de eklenince durum iyice negatifleşti. En kısa zamanda normale dönmemiz ümidi ile, şimdilik hoşçakalın.

24 Kasım, 2006

Dün Koşuyolu'nda cadde boyu ilerlerken, sağlı sollu sıralanmış, birçoğu nice günler, görmüş çınar ağaçları arasında yürüyüp giderken daha bir derinden hissettim sonbaharı. İsmini hatırlamadığım bir şairin mısraları döküldü dilimden, sarı-kırmızı yapraklara bakarken.

" Sarı kırmızı her yer/ yapraklar dökülür teker, teker..." Kızarıp, sararan yaprakların sıcaklığını, sonbaharın hüzünle karışık gizemini, ömrümün şu son üç-beş yılı haricinde neden hissetmediğimi düşünüp-durdum, rüzgarın savurduğu yapraklara bakarken.

Soğuktan çok ürken bir kış memleketi çocuğu olarak kışın habercisi saydığımdan mı bilmem, sonbahar bana pek sevimli gelmemişti hiç.


Orhan Veli o çok meşhur şiirinde kendisini mahveden güzel havalardan bahsederken, evkaf memurluğundaki işinden ayrılmasından, eve ekmek-tuz götürmeyi unutmasına ve hatta şiir yazmasına sebep olarak göstermiş ve hayatında neleri değiştirdiğini aktarmış bizlere.

Yol boyu ilerlerken düşündüm, güzel havaların halet-i ruhiyesini değiştirerek, içsel değişikliklerin hayatının gidişatını değiştirmesine tam olarak benzemese de, çoğunluğunda benim bir etkim olmasa da sonbahar benim için değişikliklerin yaşandığı bir ay olmuş. Bir sonbahar günü doğmuş, bir sonbahar günü işe başlamışım. Bir sonbaharda, yine sonbahar doğumlu bir insanla sözlenip, başka bir sonbahar da evlenmişim. Çocukların ikisi de sonbahar doğumlu. Yine farklı yıllarda en sevdiğim insanları sonbaharda kaybetmişim.

Adımlarım yolun sonuna geldi, hastaneye ulaştım. Merdivenlere yönelirken bir sedye gördüm, her tarafı kapalı hızla gidiyor ve etrafında yaşlı gözlerle yakınları. Sonbahar hüzündü, ölüme en yakışan aydı. Şairin dediği gibi kimbilir nerede, ne zaman ve kaç yaşında, bir namazlık saltanatım olacak taht misali o musalla taşında.

Bir sonbahar şiiri tekrarlanırken zihnimde, hoşkalın efendim.
Sonbaharlardan
Ne akşamlar söndü ellerimde

Son şarkıların sonu da gelmedi içimde

Miras bıraktım her seferinde

Bir ellerimi bir de gözlerimi

Bir onlar bildi

Bir onlar duydu, ne çoklarımı ve hiçlerimi

Bir onlar döndü yamacıma

Gittiği baharlardan

Ama sonbaharlardan...


Posted by Picasa

19 Kasım, 2006

ACIKAN DÜNYAYI AY ÇÖREĞİ GÖRÜRMÜŞ


Bu tabiri geçen yazılarımda bahsettiğim nlp uzmanı kullanmıştı, odaklanmayı anlatırken. Hani ev arama sürecinde hep pencereleri görür gözlerimiz. Araba almayı ya da değiştirmeyi düşünürken de dünyayı otomobilden ibaret gördüğü olur hasseten beylerin. Beyler demişken eşim de tekstilci olduğu için çarşıda gezerken, ya da televizyon izlerken farklı tasarımlar hemen dikkatini çeker, dünyayı kıyafet olarak görüyorsun derim kendisine.

Bazen de kavak yelleri esen gençler ' ya benimsin, ya toprağın Nalan' diyerek dünyayı sevdikleri kişiye indirgemiş,tamamen sevdikleri insana odaklarlar hayatı.

Benim bu haftaki odaklanmam da öncelikle, meslek hayatına benim doğduğum yıllarda başlamış, oldukça titiz müfettiş beyin işyerimizin rutin teftişine başlaması ile oldu. Ha bire dosyalar gönderip, evraklar hazırlarken, acaba şimdi ne isteyecek diye düşünürken, hafta içini teftişe odaklanmış buldum kendimi.

Geldi hep hareketli ve zaman zaman maceralı geçen cumartesimiz. Kendi kendimle konuştum biraz. Niye böyle her işin üzerine aşırı odaklanıyorsun. 17 yıl boyunca ne teftişler gördün, zaten her işimizde düzenli, tamam bugün dinlenme ve güzel geçirme günün olsun inşallah dedim.

Amma velakin vermezsse Mabut, neylesin Sultan Mahmut arkadaşlar! Saat 10 suları kızım, bugün veli toplantısı olduğunu belirtti. Neyse dinlenme kalsın dedik ve düştük okul yollarına. Okul aile birliği seçimleri akabinde sınıflara çıkıldı derken 13.30 gibi çıkmayı başardım.

Hava güneşli, ben kendimi iyi hissediyorum, eklemlerimdeki tutulmalar geçmiş, ne güzel bir gün, bizim başkaban oğluşu da alayım yanıma bir
yerlere gidelim, biraz gezer, biraz birşeyler yeriz niyetine girdim. Akabinde şimdi eve kadar çıkmayayım, nasıl olsa yardımcı ablamız evine gidecek telefon açayım çocuğu emniyetin önüne getirsin diyerek kendimce zaman kazandım.

Emniyetin önüne geldim, eh biraz oyalanayım diyerek vitrinlere baktım. Bir yarım saat oldu, gelen giden yok. Eve telefon açarım cevap yok, ablayı ararım cevap yok, beklerim. Saatler geçer, polisler bir taraftan nöbet tutar, bir taraftan ben, gelen giden yok. Anaokulunda çocuklar bir şarkı öğrenmişti, beklerim her gün kimseler gelmez diye müşterisiz bir bakkalı anlatan hoş bir şarkıydı. Ben o latif güneşi kaybeden hava da, titremeye başlayarak, hoş olmayan bir halde, bakar dururum ufuka, bizimkiler yok. Odaklanma dorukta, merak had safhada. Kötü senaryolar birbirini kovalıyor, her kotlu geleni yardımcı hanım, her ufak çocuğu Ali sanıyorum. Gittikçe odaklanma katsayısı artıyor, artık her maviliyi ve büyük-küçük her çocuğu oğlum sanıyorum ilk bakışta. O arada kardeşimle karşılaştım, bizim eve giden yolları kolaçan edip geldi, kimseler yok. Telefon yine aynı, mütemadiyen arıyorum cevap yok...

Nihayet bir alo sesi duyuyorum, neredesiniz dedim heyecanla, hani emniyetin önünde buluşacaktık diyorum. Geliyoruz abla dedi bizim hanım. Ve geldi gayet sakin, neredesiniz diyorum, abla iki saate yaklaştı biz geleli de burası kalabalık diye şu geçedeki parkta bekledik, çocuğu oynattım diyor, yanında oğlum yanaklar elma gibi kızarmış. Oğlan da gayet mutlu teyzem çok güzel bir parka götürdü, çok oynadım çok diyor. Ne diyeyim, polis abilerle bile tuttuğum nöbetten çocuğun elinden tutarak ayrılıyorum.

Oğlumla hemen yakınımızda olan bir kitapçıya giriyoruz. O kendine, ben kendime bakıyorum ama fena yorulmuşum, bakacak halim yok. Okuduğum ama kitaplığımda olmayan, Soner Yalçın'ın Efendi-1'i ile haziran da çıkmasına rağmen henüz görmediğim Efendi-2'sini alıp ödemeye geçerken telefonum çalıyor. Kızım dershanede rahatsızlandığını eve geleceğini belirtiyor.

Bir 15-20 dakika daha bekleriz çare yok deyip, bulunduğumuz yere gelmesini söylüyorum. Yine polislerin yanında yerimizi alıyoruz Ali ile. Ali mutlu polislerle muhabbette, benim için aynı şeyler geçerli olmasa da. Yine aynı film beklerim gelen yok, telefona ulaşılmaz, Ümit Yaşar Oğuzcan'ın bir şiirinde ifade ettiği gibi, ..." bir yanımı arar diğer yanım"

Epey sonra, bir telefon ve hasta bir ses, anneciğim ağaç oldum nerdesiniz der. Konuşunca anlarız bizimki emniyet yerine zabıta noktasında beklermiş. Bu cumartesi odaklanmasından geriye kalan tek iyi şey, dört göz biraraya gelince girdiğimiz pastanedeki sıcacık patetesli toplar, minik poğaçalar ve ay çörekleri oldu. Kendimizi eve zor attık, önceden hazırladığımız kuzu gerdanlardan sımsıcak bir Maraş usulü paça yaptım. Bütün günü nöbette geçirdiğim için kalorifer peteğinden ayrılamadım ama, bu eklemlerimin kaskatı olmasını önleyemedi.

Ama geç ve güç te olsa, sağ salim, vukuatsız birbirimize kavuştuğumuz için Rabbime şükrettim. O gözümün önünden geçen senaryoların hiçbirini yaşamadığım için çok mutluyum. Allah fakiri sevindirmek isterse.... atasözünü hatırladım ve sevindirildiğimi hissettim.

Bu arada odaklanma kavramını yabana atmayalım arkadaşlar. Yaptığımız işe, yaşadığımız hayata dair ve dünyaya geliş gayemize odaklanabilirsek harikaları gerçekleştiren biz oluruz. Fatih Sultan Mehmet, Istanbul'u almaya tam odaklandığı için Allah da kısmet etti ve 21 yaşında çağ açıp çağ kapattı. Ve bunun gibi daha nice simalar var, benim verdiğim örnek sadece bir tanesi... Hoşçakalın, sağlıcakla kalın efendim.


Posted by Picasa

14 Kasım, 2006

ÇİÇEKLERİN HAZANI


Oğluşumun bu aralar dilinden düşürmediği, birazcık mekanik ve nezle görmemişcesine gür sesiyle, sedalandırdığı hüzünlü bir parça var "yine aylardan kasım..." diye devam eden. Benim bu kasımda katmerlenen sızımız, sadece kasıma has bir olay olmasa da bu düğüm yüreğimizde, son zamanlarda izlediğim bazı haberler, akabinde yazılan yazılarla iyice depreşip gelişti...

Yazılar kaleme alıyoruz, güneydoğuda kadın olmak üzerine yüreğimiz dağlanıyor pek tabii. Çoğunu almıyor hafsalamız, mantaliteyi anlamaya, kendimizi yerlerine koymaya çalışıyor, çözmeye çalışıyoruz.

Benim üzüntümü tetikleyen olay, saldırıya uğrayan bir hanım, suçu varmışcasına işkenceye maruz kalıyor, çözüm olarak saldırganın kızı berdel veriliyor, mazlum durumundaki hanım da öldürülme korkusu ile yasal mercilere başvuruyor..

Ben anlamakta çok güçlük çektim bunu. Ortada bir suç ve bir suçlu var elhak. Ama cezalandırılan masumlar. Bu vakıa ne hukuki, ne insani, ne de islami. Sosyal açıdan bakınca da anlaması zor bir hal var, mazlumun eşi, saldırganlanla hısım oluyor. Damat-kayınpeder ilişkisi kurulmuş olmuyor mu?

Bu olayı ifadelendirirken sadece eleştirmek gibi bir niyetim yok. Dahası bir şehri anlatırken, etkili olma kaygısı ile mi bilmem, salt en kırsalındaki, en sivri olayların seçilip, ..... yerde kadın olmak başlıklı yazılar yazılmasını, salt eleştirip, tabiri caizse bölgenin tüm erkeklerini, bakış açısını, yaşam tarzını tu kaka ilan etmenin de suni ve moral bozuculuğu ile, insanları uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramadığını düşünüyorum.

Mesela; konuyu araştırırken günlük gazetelerden birinde köşe yazarlığı yapmış bir hanımefendinin Urfa ile ilgili yazısını okudum. Kadınların tek başına çarşıya çıkamadığından bahisle, çamurlar üzerinde çıplak ayak gezen bir kızcağız ve benzer bir-iki hayattan hareketle tanımlama yapılmış. Pek tabii ki çok üzücü, pek tabii ki çözümlenmesi gereken sıkıntılar yaşanmakta. Ama, çözüm de olmalı gözümüz abartı da değil.

Bu yaz gitmiştim Urfa'ya. Görüntülerini de sizlerle paylaştım. Kızlar gördüm, balıklı gölün hemen yakınında, Çeçenistan fotoğrafları sergisi açmışlar. Sergilerini gezip tanıştım. Okumuş-yazmış, kendine güvenen insanlar. Bana tek farklı gelip, çok mutlu eden yanları alışık olduğumdan daha cana yakın olmalarıydı. Şehir efsaneleri ile neredeyse tanımadıklarımıza selam vermeye imtina ettiğimiz bu şehri Istanbulumuz da yapamayacağımız bir davranış olarak ısrarla o gün misafirleri olmamızı istediler.Özellikle Ayşecik, bekle ablacım bir beş dakika diyerek beni alıkoyup, kendi uçuverdi hemencecik. Dönüşünde elinde bir hediye paketi vardı elime tutuşturdu aceleyle, ısrarla. Ben de, yüzüğümü, kolyemi çıkarıp O'na verdim, telefonlar alınıp, verildi, bir daha gelirsem oralara, olur da gelirlerse buralara görüşelim diye. O bölgelerde üst düzey görev yapan yakınlarımdan da edindiğim intiba, yürek yaralayan vakalar var ama, genele şamil değil.

Her tarafta aynı derecede olmasa da zor oralarda kadın olmak, anne olmak, o cepheden fazla bakamıyoruz ama, belki baba olmak ta. Berdeli, töre cinayetleri, en çok ta içimi acıtan çoğunlukla kadınların bedel ödemesi ve intiharları... Törelerle, dini karıştırılması. Hüküm vermek, doğruyu amirane belirtmek yerine, anlatılmalı güzellikler, dinlenebilecek kişiler vasıtası ile. Peygamber Efendimizin hiç bir kadını dövmediği, kötü kelime dahi sarfetmediği, sizden üstün olanınız ailesine karşı iyi olandır beyanı, ben kızlar babasıyım beyanı ve de kız çocuklarını güzelce eğitip, yetiştiren anne-babaların cenneti kazanacağı beyanı... İlk çocuğu kız olan anne, mübarekdir beyanı ve kadın - erkekte üstünlük ancak takva iledir vurgusu işlenebilir ve bu saydıklarım sadece birkaç tanesi...

Kadın erkek üstünlüğü derken, Allah hepimizi farklı rollerle yaratmış, üstünlükte ancak iyi işlerle mümkün. Berdele bakarken, ciddi ciddi yazarların birinin kalkıp kadınların, diğerinin ise erkeklerin zayıf yönlerini, bebekken daha fazla ölmesinden, daha fazla trafik kazası geçirmelerine kadar sayıp döktüğünü gördüm. Kusura bakmasın çok ciddi yazarlarımız ama, bu akıl, gönül dışı, en hafifi ile gülünç bir hadise.

Hanımların ve kız çocuklarının sıkıntıları doğumuzda daha fazla, batımızda istismar daha ziyade, dünyamızda; işte, ücrette ve telaffuz etmek istemediğim saldırıların dakikaya düşeni raporlanmakta, malesef mazlum mevkiinde hemcinslerimiz. Daha geçenlerde İsrail'de altı dakika da bir kadınlara yönelik ihlaller yaşandığını okudum, şaşırdım, üzüldüm insanlık namına.

Bilemiyorum ama, değerleri yok sayılmadan, maddi destekli ama sadece maddi yatırımların yeterli olduğu düşünülmeden, samimi bir iyileştirme sürecine gidilmesi gerekli. Hiçbir şey yapılmıyor demek değil ama, yeterli görülmemeli. Okuyup, duyduğumuz esef verici gelişmeler yanında, düşünce gelişimi, eğitimli insan sayısının artması ve diğer olumlu yönlerde de bir ilerleme mevcut ve bu daha da desteklenmeli. Töre cinayetlerinde sadece suçsuz kızlar mı cezalandırılıyor konusunu ve berdeli araştırırken ziyaret ettiğim siteler oldu, Mardin'e, Hakkari'ye, Şanlıurfa'ya ait. Konuları tesbitleri, tanıtımları ve ifadeleri gayet güzel ve akıcı sitelerdi. http://www.sanliurfa.com da konu ile ilgili yazıları okurken, urfa sıragecelerinden seçilen türküleri ,benim gibi sanat müziği dışında fazla müzik dinlemeyenleri bile saracak ve konunun hazinliğine eşlik edecek duygu yoğunluğunda ve içtendi. Daha insanca bir hayat seviyesine kavuşulması dileği ile. Hoşçakalın efendim.























07 Kasım, 2006

BAKTIĞIMIZ VE BAKIŞ AÇIMIZ


Ya şimdi yazabileceğim ya da bugün de kalacak. Dün ve ondan önceki gün ki gibi yarım kalmasa yazım. Öncelikle fotoğraf hakkında bilgi vereyim isterseniz. Burası Eskihisar'da Atabay Yatçılık Tesislerine ait, ağırlıklı olarak ciddi toplantıların yapıldığı, küçük, şirin bir otelin bahçesinden alınmış bir kare. Sevgili Fatma Hanım'ın yorumunda ki hayal, beni de sardığı için, toplantı dışı hizmetlerini sormuştum, seminerlere tahsis edilmediği zamanlarda aileler de kalabiliyormuş. Bu mekanın da ötesinde Eskihisar sahili, balıkçıları, balık lokantaları ile doğal, küçük bir sahil kasabası daha da ötesi bir balıkçı köyü görünümünde ve benim daha ziyade hoşuma giden bu yönü oldu. Bir hafta sonu, yakınlarda ama, uzaklara gitmişcesine değişiklik yaşamak isteyenlere bir öneri olabileceği düşüncesiyle bahsetmek istedim.

Bizim gitme sebebimiz, son zamanlarda aldığımız eğitimlerden hafta sonu yapılan birine mekan olarak seçilmesi hasebi ile oldu. Tüm yoğunluğumuza rağmen, bu eğitimleri büyük haz alarak ve gerçekten çok faydalı olduğunu hissederek katılıyoruz.

Katılımcılarca en çok ilgimizi çeken 'düşünce ve aile koçluğu' da yaptığı belirtilen bir nlp uzmanının aktardıkları oldu. Hayatın sırrını, 'olmak, bulmak ve kalmak' olarak olarak özetleyerek, " Hayatın en büyük sırrı, farkı yaratan farkı farkedebilmektir" olgusunu vurguladı.

Pablo Picasso; " Ben aramam, bulurum " derken, " Her insan keşfedilmeyi bekleyen bir hazine, ana hedefimiz bulmak olmalı" Her insanda bir çok güzellikler, yetenekler gizli, bunu bulabilmek, keşfedebilmek, güzel yönü açığa çıkarabilmek, bir define arayıcısı titizliği ile, bir nakkaş inceliği ile hareket edebilmek, çevremizi, toplumumuzu geniş manada güzelleştirecek. İlk etapta ise, sorumlu olduklarımızı, münasebetimiz olan halkayı güzelleştirecek.

" Keşfetmek için bakılan yeri değil, bakış açısını değiştirebilmek" Bir çok meseleyi bu sayede çözebiliriz esasında. Bakış açımızı değiştirmek, kendimizi başkasının yerine koyabilmek, empati olarak öğrenilen ama kendi kültürümüzde, şahsımız için istediklerimizi başkalarının içinde istemek ve hoşumuza gitmeyen hususlarda aynı şekilde davranabilmek. Gelin bugün etrafımızdaki insanların daha güzel bir yanını görmeye, bulmaya çalışalım. Eleştirmemeye ve içimizden dahi kötü düşünmemeye karar verelim. Ben bir kişinin sırf bu özelliği sebebiyle diğer insanlardan farklı olarak cennetlik vasfını aldığını okumuştum, şimdilik hoşçakalın, sevgiyle kalın efendim.














06 Kasım, 2006

KEK' TE KALMIŞTIK...

Son postta yağmur şiirlerine fazlaca kapılıp, kekimizi ertelemiştik. Yağmurdan kara, kardan şiddetli rüzgara geçiş yapan havalarla birlikte artık eni-konu kış havasına girdik bizde. Bunda cumartesi günü oğluşla birlikte Kadıköy'de kar altında titremenin de katkısı büyük oldu elbette. Evden çıkarken hava soğukça ama kar falan yoktu. Güz kıyafetleri ile gittim. 'Küresel ısınma ile ilgili eylem' olduğu için araçlara izin verilmediğini öğrenip, rıhtıma kadar tabana kuvvet hem yürüdük, hem titredik. Bizim başkaban sık sık sağa sola dönüp, olmayan taksileri çağırdı imdat dercesine. Esasında ona mont giydirmişim ama, atkı, eldiven gibi ekipmanlarımız yoktu.

Dönüşümüzde bir ara;
-kadim dostu olan üniformalılardan- bir trafik polisi ile hemhal olmuş gördüm. Ben bu tarafta mı trafiğe kapalı vasıta bulabilirmiyiz diye bakarken, bir de baktım polisin simitinin bir ucundan bizimki diğer ucundan 'polis abi' yiyorlar. Abimiz 'çaydan da verirdim ya canım şekersiz içiyorum' diye açıklama yapıyor. Bizimki ben zaten şekerli sulu içiyorum ağzım yanar, olsun diyerek cevaplıyor, can ciğer kuzu sarması havalarında. Polis abimizin yardımları ile bir araç bulup, o ara başkabanlıktan komserliğe geçiş yapan beyimizin Maraş usulü el öpme ve kucaklaşma merasimlerinden sonra yola revan olduk.

Eve dönerken karşı fırından sıcacık haşhaşlı çörek aldık. Aliciğimin tahinlilerinin henüz fırında olup, yarım saat sonra çıkacağını öğrendik ama, hiçbirimiz o kadar üşüdükten sonra dışarı çıkamaya cesaret edemedik. Yoldan aradığımız için kombi son ayarlarda ev sıcacıktı. Bugünlerde misafirimiz olan kızkardeşim bizim meşhur kestaneleri patlattığı ve çayı da demlediği için, bize de kek tarifini aktarmak kaldı.

Zebra Kekimiz

- 3 yumurta
- yarım su bardağı zeytinyağı
yarım su bardağı limonlu su
- 1 +1/4 su bardağı şeker
- 1 limon kabuğu rendesi
- 4 kaşık kakao
- 2+ 1/4 bardak un ve kabartma tozu
- 1 su bardağı iri dövülmüş ceviz

Yapılışı:

Her kek te olduğu gibi öncelikle şeker ve yumurta çırpılır.
Yağ ve limonlu su eklenir, çırpmaya devam ediyoruz.
Limon kabuğu rendesi, una karıştırdığımız kabartma tozu ve yine una buladığımız cevizler eklenir ve hafifçe karıştırılır.(Cevizlerin dibe inmemesi için una bulanır)
Kek hamurunu bölüp kakao eklenir.
Yağlanmış ve hafifçe unlanmış kalıba aynı yerden olmak kaydıyla, bir kepçe sade, bir kepçe kakaolu olarak yerleştirilir.

Özellikle soğuk bir günde, tomurcuk ya da kakule ilaveli güzel demlenmiş bir çayla tavsiye olunur. Hoşçakalın.
 Posted by Picasa

03 Kasım, 2006

YAĞMUR VE YİNE YAĞMUR VE DE BİR DİLİM KEK ÜZERİNE

Gökte yağmur sağanağı varken, yerde de insanlarda duygu sağanağı oluşmakta. Biribirini tetikler tarzda devam edip gitmekte. Duygu ve düşüncelerini en iyi ifade eden insanlarda şair ve yazarlar olduğundan, duygu yüklü yağmur şiirleri okumaktayız yüzbinlerce. Kimi tam halet-i ruhiyemizi ifade ederken, kimi biraz ötemizden geçmekte ama, belki de sadece yağmur şiirlerine özgü, hepsinde birazcık içimizden, yüreğimizden parçalar bulunmakta.Atilla İlhan, "...elimden tut yoksa düşeceğim / yağmur götürecek yoksa beni" derken, İlhan İrem; " ...yağma yağmur, beni silip süpürme / yağma yağmur denizlere götürme" diyerek ortak bir açıdan bakar yağmura.

Bugünlerde Istanbul'a, bütün memlekete yağmur yağmakta, yağmurlar yağmakta... Akşam iş çıkışı karanlık ve rüzgar eşliğinde eve doğru ilerliyoruz araçta. Radyodan bir müzik geliyor kulağıma Volkan Konak'ın son albümünden olduğu belirtilen, ama sanki önceden dinlemişim gibi geliyor bana. Sonradan farkediyorum, bu bizim "hastane önünde incir ağacı, doktor bulamadı bana ilacı" türküsünün yeni uyarlaması. Hep ince ve deruni bir sese alıştığımızdan mı bilmem, biraz değişik geliyor, rüzgarla birlikte karanlığa doğru uçuşan yağmuru izlerken. Babamı, hastaneyi, hiç ümid vermeyen doktor yüzlerini hatırlıyorum bir yandan. O meşum kazayı, çare bulunamayan çaresizlik hissini, bir sonbaharda kaybettiğimiz babacığımı hatırlıyorum hep dinlerken. Bu parça, genç bir insan için söylenmişti, neden bütün sözleri babam için söylenmiş gibi geliyor diyorum kendi kendime, yağmur taneleri arabanın camına çarparken. Sonra aynı sanatçının babası için bestelediği parça geliyor hatırıma. Ve yine babamı düşünüyorum, düşen yapraklarla birlikte ömür ağacındaki yaprakları tükenip, ötelere yolalan, müşfik, kaderine razı ve kalbi Allah'a bağlı babacığımı. O'na duyduğum dinmeyen özlemi.

Yağmur taneleri çarptıkça camlara, yağmur şiirlerini getiriyor belleğime tekrar. Bu kadar şiir yazılmasaydı, hele bazıları tam yüreğimi ifade etmeseydi, ben de yazarmıydım acep diyorum, Tevfik Fikret'ten bir mısrasını terennüm ederken.
" Küçük, muttarid, muhteriz darbeler
Kafeslerde, camlarda pür ihtizaz ..." Sonra Cahit Sıtkı Tarancı'nın

"Dışarda yağmur yağadursun
Ve içerdeyse bütün eşyan
Esneyip senin gibi her an
Pencerelerden bakadursun " dörtlüğü bana, şiir de vurgulanan temanın tersine, yüreğimizi burup, sızlatan yağmur yağarken içerdeki eşyalar ve sahiplerinin bakıpduramadığı, sele kapılıp giden canları, mal canın yongası, evi-eşyası sele giden müteessir insanları hatırlatıp, yardımlar etkin olsa, sıkıntılar en aza indirilebilse duaları ile devam ediyorum yola. En çok da çocukların ölmesi içimi acıtarak.

Necip Fazıl Kısakürek'in "bu yağmur" şiiri her zamankinden daha da anlamlı geliyor bana şu an;
Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,
Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur.
Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,
Aynalar yüzümü tanımaz olur.
Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,
Tenimde acısız yatan bir bıçak.
Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,
Dayandıkça çisil çisil yağacak.
Bu yağmur, delilik vehminden üstün,
Karanlık, kovulmaz düşüncelerden.
Cinlerin beynimde yaptığı düğün,
Sulardan, seslerden ve gecelerden...

Yazımın başlığında bir dilim kekten bahsedilmişti, akşama çocuklara yapmayı düşündüğüm, bugün işyerinde satılan ve çoğumuzun aldığı kestanelerde patlatılacak, yağmurlu günün hüznü en azından çocuklar cephesinde dağılacak. Bunlar, yarına kalsın diyorum, Istanbul trafiğinde yağmurlu bir yolun ne kadar uzayacağı bilinmez ki. Bu üzüntü veren olaylara rağmen sonu güzel olsun dularını da ekleyerek, Nurullah Genç'ten bir dörtlük ile hoşçakalın demek istiyorum.


"Vareden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur
Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kainat "

Üzerinize ab-ı hayat inmesi dileği ile...


02 Kasım, 2006

MISIR

Çalışma arkadaşlarımızdan Sedef Hanım bayramın 3. günü katıldığı Mısır Gezisi'nden kaydettiği görüntüleri bizimle paylaştı. Görüntülerin devamı ve aktardığı izlenimlerini, Gülirana
Geziyi gerçekleştiren firmanın sitesinde, son geziye ilişkin daha farklı ve özel kareler mevcut. Ziyaret etmeyi düşünürseniz; http://tarihkultur.org" target="_blank">burada
Mısır konusuna girmişken, Kahire'de yaşayan ve günlüğünü bizlerle paylaşan Sevgi Hanım'ın blogunu da buradan
Kendimle ilgili bir gelişmeyi de, blog güncellemelerimin gecikebilme ihtimaline karşı belirteyim. Benim için ani olan bir gelişmeyle artık daha yoğun bir departmanın sorumluluğu verilmiş oldu. Eve daha yorgun gittiğimden, belki biraz daha gecikmeli olabilir. Sizleri Mısır görüntüleri ile başbaşa bırakırken, daha güzel bir gün dileği ile, hoşçakalın efendim.



 Posted by Picasa

30 Ekim, 2006

Bayram Hikayemizi Bitirelim

Pek aralıklı bir hikaye oldu bizimkisi. Büyüklerin tabiri ile bayramdan sonra bayramın mübarek olsunvari bir iş bu da. Gerçi benim büyüdüğüm yerde küçüğün büyüğe bayram ziyaretinden sonra, büyüklerin iade-i ziyaret yaptığı, yakınlarını kaybedenlere, ilk kez o bayram ayrı olacakları için, 'yas bayramı' adı pek hoş gelmese de kulağa, anlam olarak, işleyiş olarak, o ailenin yalnız ve buruk bir bayram geçirmemesi için herkes, ilk bayram saatlerinden itibaren o evlere akın ettiğinden dolayı, bayram ziyaretleri neredeyse Kurban Bayramına kadar telafi turları kabul eder.

Bizim tatlılara gelince, bizimkilerin kolları sıvayıp, oklava elde faaliyete başladıkları saatlerde, eşim bir kutu ile eve geldi. Ben olsa olsa biraz devasa bir saat ya da duvar panosu falan diye düşünürken, içinden Gaziantep İmam Çağdaş Restoranttan bir tepsi baklava çıktı. Eşimin ortak iş yaptığı bir firma göndermiş. Restorantın kebablarını tatmıştım ama, baklavası da şanına layıkmış doğrusu. Bizim baklava yumakları da kuruböreğe dönüştürüldü ve başkaca bir sıkıntı yaşanmadı.

Kızkardeşimler, kocaman tepsilere özenle yaptıkları baklavaları, ahbapları olan bir restorantın fırınına götürdüler-benim yaşadıklarımdan aldıkları ders ile- gece tepsiler geldiğinde yüzünün, benim melezlere rahmet okuturcasına yanmış olduğunu görüp, perişan oldu çocuklar.

Her ne kadar, içi önemli yüzü değil diyenler olduysa da, mazruf güzelse, zarf ta güzel olmalı, değil mi efendim. Ben arefe günü onlara teselli ikramiyesi olarak, hurma tatlımızdan yaptım ve böylece tatlı faslını kapatmış olduk. Herkese daha nice tatlı bayramlar dilerim. Hoşçakalın.

29 Ekim, 2006

Cumhuriyet Bayramı

Başlangıçtan bu gününüze kadar aziz vatanın savunmasında can veren bütün şehitlerimiz ve gazilerimizin ruhaniyeti üzerine saygıyla eğilirken, Allah bir daha o günleri bu millete göstermesin inşallah.

Çanakkale de ziyaret ettiğimiz, onbeşinde gencecik fidanlara, küçücük çocuklara ait mezarları hatırlarken, onlara Akif'in diliyle;

" Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber,

Sana aguşunu açmış duruyor Peygamber" derken, günümüzde okullarımızdaki çocuklarımızla ilgili izlediğimiz üzücü sahnelere yüreğimiz burkularak, cumhuriyetimizin kurucusu M.Kemal ATATÜRK'ün sözünü öğretmenlerimize hatırlatmak istiyorum:

" Öğretmenler! Yeni nesil sizlerin eseri olacaktır" Öğretmenlerimiz ve çocukların ilk öğretmeni konumundaki ebeveynler, çocuk yetiştirmek, sadece bir iş, sadece bir maddi şarları yerine getirmek, doldurulacak bir vazo değil, tutuşturulacak bir meşaledir ve geleceğimiz onlara emanettir.

(Tatlı hikayelerine daha sonra devam etmek üzere) İyi günler dilerim.

26 Ekim, 2006

Tatlı Hikayeleri /Yanan Tatlılar/Emekler/ ve de dahi Yürekler

Bayram tatili boyunca tahmin ettiğim veçhile sayfamı güncelleyemedim. Öncesi bayram hazırlıkları ile, sonrası ise bayram telaşı ile geçti, gitti beklenen günler. Her sayılı gün gibi bitiverdi.

Bayram hazırlıkları deyince, bu sene tatlı hazırlıklarımız maaile, evlere şenlikti. Öncesinde üzüldük, sonrasında birbirimize gülüp durduk. Buzda düşen ve kendisini göremediği için yekdiğerine gülen insanlar gibi.

Önce kendi hikayemden başlayayım. Perşembe günü bir vesile ile eve erken gitmem icap etti. Erken derken 1-2 saat. Çalışanlar bilir, her zamankinden yarım saat bile önce evde olsak, bir dünya işi başaracak kadar zamanı var hissine kapılırız çoğu kez. Neyse efendim, uzatmayayım mestaneyi, iftar sonrası tatlı yapmaya koyuldum. Önce, baklava düşündüysem de, sonrasında kandili düşünerek, anneciğimin tabiri ile, aziz mübarek günü fazla zaman kaybetmeyeyim, daha kolay birşey olsun dedim. Değişimi bayram sonrasına kalan fırından dolayı ilk etapta, vezirparmağı, saray lokması gibi seçenekler göz önümde geçite dursa da, herkesin harıl harıl tepsi taşıdığı karşı fırın ne güne duruyor diyerek, dilber dudağı yapayım fırına pişmeye götürürüm diyerek, iki tepsi tatlı hazırladım. Ali'den yardım talep ettim, kendileri başkaban (başbakan) takım elbisesini giymiş, "olmaz anne! ben başkabanı hiç tepsi taşırken görmedim, camiye giderken görmüştüm ben, camiye gideceğim diye cevap verdi." Beyefendi hazretlerine, başbakanın küçükken annesinin tepsilerini taşımış olabileceğini zaten kendisinin sadece asansör kapılarına ve düğmelerine yardımcı olacağını anlattım. Fırına verirken annemin kocaman sinilerde hazırlayıp, babamla fırına götürdüğümüz sofra tepsileri yanında, benim tepsilerin alttan alttan güldüğünü hissetsem de, kendi kendime ne yapayım canım, cumartesi bile program dolu diyerek teselli verdim, halden anlamayan tepsilere karşı. Hem daha sarması var, sütlacı var, bayram çorbası var- kim benden bunları bekliyorsa, buralarda-böreği var, Sevgili Nazlı'nın tabiri ile var oğlu var!

Fırıncının verdiği saatte, tepsiler alındı, eve gelince baktım ki ne göreyim! İki tepsi, melez dilber dudağı tatlısı arz-ı endam ediyor karşımda!

Bizim tatlıların haberi kardeşime ve gelinimize ulaştı. Onlar baklava yapacaklarını, bizim fırına getirmeyeceklerini, bana da bir tepsi yapacaklarını belirtiler, bu hikaye yarına kalsın.
 Posted by Picasa

20 Ekim, 2006

Bayramlar bayram ola

Sonra ki günler yazma imkanım olur mu bilemiyorum. Şimdiden herkese, mutlu huzurlu, unutulamayacak güzelliklerle dolu bir bayram dilerken, çocukların ve sevgiye susayan yüreklerin sevindirildiği bir bayram yaşamanızı temenni ediyor, mümkünse bir cocuk yuvasını ya da bir huzurevini ziyaret etmenin güzelliğini yaşamanızı diliyorum. Hoşçakalın.

18 Ekim, 2006

KADİR GECESİ



Kadir gecesi ile ilgili tebrik metni bakarken, muhammedmustafa.net sitesinde okuduğum kadir gecesinin önemine dair yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Allah hepimize huzur içersinde bir kadir gecesi geçirmemizi, bizim için iyiye ve güzele vesile olmasını dilerim. Hoşçakalın efendim. KADİR GECESİ

Mehmet Paksu'nun Mübarek Aylar günler ve geceler kitabından iktibas edilmiştir.

En nurlu ve feyizli geceyi Kadir Gecesinde idrak ederiz. Kur’ân’da adı geçen tek ay Ramazan ayıdır; tek gece de Kadir Gecesidir. Bu bereketli saatlerin şeref ve kıymetini Kâinatın Rabbi Sevgili Habibine haber vermektedir. Bu gecenin faziletine o kadar değer verilmektedir ki, o vakitlerde tecelli edecek rahmetin ve ruhanî hâdiselerin anlatılması için müstakil bir sûre inmiştir. Bu sûre Kadr Sûresidir.

Yine Cenâb-ı Hak bu gecenin kudsiyetini bildirmek için beş âyetli bir sûrede üç defa “Leyletü’l-Kadr” ifadesini açıkça zikretmektedir:

“Şüphesiz, o Kur’ân’ı Kadir Gecesinde indirdik. Bilir misin, Kadir Gecesi nedir? Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır.”

Ulvî hâdiseler de sûrenin sonunda şöyle ifade buyurulur:

“O gecede melekler ve Cebrâil Rablerinin izniyle her iş için arka arkaya iner. O gece, tan yerinin aydınlanmasına kadar bir selâmettir.”

Kadir Gecesinin en önemli özelliği, cin ve insanlara iki cihan saâdeti bahşeden, kâinat kitabının ezelî bir tercümesi olan yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerimin bu gecede ilk olarak dünya semasına indirilmesidir. Daha sonra ise ihtiyaca göre âyet âyet veya sûreler halinde vahyin mazharı Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla takdim edilmiş olmasıdır.

Yine bu mübarek gecede insanlığın ebedî refahına sebep olacak, ona bereketli bir ömrü kazandıracak bir fırsat verilmektedir. Bu geceyi duâ, zikir ve ibadetle geçiren kişi, ancak seksen sene gibi uzun bir ömürde kazanabileceği ecir ve sevabı bir gecede elde etme bahtiyarlığına ermiş olacaktır.

Bu gecedeki İlâhî ziyafete ve Kur’ânî sofraya başta Kur’ân-ı Mübini Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâma vahiy yoluyla getiren Cebrâil olmak üzere melekler de inerek şenlendirirler. Kalb ve basîreti açık olan mü’minlere uhrevî âlemden manzaralar sergilenir. Meleklerin peyder pey inmesiyle yeryüzü mânevî bir tazyike maruz kalır. Dünya âdetâ onlara dar gelmeye başlar. Mü’minlerin etrafını kuşatarak onlara Rablerinin bağış ve rahmetini müjdelerler. Tan yeri ağarıncaya kadar devam eden bu ulvi tecelli, ümmet-i Muhammed’in gönüllerine engin bir huzur ve saadet dalgası estirir.

Kadir Gecesinde böyle nurlu hâdiselerin yıldönümlerini idrak ederiz. Onun kadrini bilmekle de feyiz ve bereketinden, dünyayı kuşatan nuranî havasından istifade etmiş oluruz.

Bin ay denmesinin hikmeti nedir?

“Bin ay” seksen üç sene dört aylık bir süreye tekabül eder. Geçmişteki salih kimselerin bir ömür boyu kazandıkları manevi mertebeyi bir gece içinde elde etme fırsatıdır. Resulullah (a.s.m.) sahabilere İsrailoğullarından bir kimsenin Allah yolunda bin ay boyunca silâhlı olarak cihat ettiğini anlatmıştı. Sahabiler bunu duyunca şaşırdılar ve kendi amellerini az gördüler. Bunun üzerine Kadir Suresi indirildi.

Başka bir rivayette Peygamberimiz Sahabilere İsrailoğullarından dört kişinin seksen sene boyunca hiç günah işlemeden ibadet ettiklerini anlattı. Sahabiler bunu hayretle karşıladı. Cebrail Aleyhisselâm geldi, “Yâ Muhammed, ümmetin o birkaç kişinin seksen sene ibadetinde hayrete düştüler. Allah sana ondan daha hayırlısını indirmiştir” diyerek Kadir Suresini okudu ve, “İşte bu senin ve ümmetinin hayran kalışından daha hayırlıdır” buyurdu.1

Diğer bir rivayette Resulullaha bütün ümmetlerin ömürleri gösterilmişti. Kendi ümmetinin ömrünü kısa görünce, ömrü uzun olan ümmetlerin amellerini düşündü. Kendi ümmetinin bu kısa ömürlerinde yaptıkları amellerle onlara ulaşamayacakları endişesi içinde üzüldü. Yüce Allah da Habibine, bu üzüntüsüne mukabil Kadir Gecesini vererek diğer ümmetlerin bin yılından daha hayırlı kıldı. 2

Kadir Suresi bu hadiseler üzerine nazil olmuştur.

Bu sure, Sahabilerin üzüntüsünü hafifleten bir suredir.

Sure neden Kadir Gecesinde indi?

Peygamber (a.s.m.) her şeyden önce bir uyarıcıdır. Bu ikaz görevini doğrulukla yapması için emri önce kendi nefsinde uygulaması lazımdı. Nefsine uygulamanın en uygun vakti de gece vaktidir.

Neden “Kadir” Gecesi?

Kadir Gecesi hüküm gecesi demektir. Duhan Suresinde açıklandığı üzere İlâhi takdirce belirtilen hükümler Kadir Gecesinde ayırd edilir. Bu anlamda Kadir Gecesine takdir gecesi diyenler de vardır. Aslında eşyanın, işlerin ve hükümlerin miktar ve zamanları ezelde takdir edildiği için burada söz konusu olan takdir, önceden tespit edilen kader programının yerine getirilmesiyle ilgili planların hazırlanmasıdır.3

“Kadr” kelimesinde “tazyik” manası da vardır. Buna göre o gece yeryüzüne o kadar çok melek iner ki, dünya onlara dar gelir.

Bir hadiste, “O gece yeryüzüne inen meleklerin sayısı çakıl taşlarının sayısından çok daha fazladır” buyurularak buna işaret edilir.4

Kadir Gecesinin Ramazan’ın hangi gecesine rastladığı hususunda pekçok rivâyet olmakla birlikte, Ramazan’ın son on gününde aranması tavsiye edilmiştir. Bazı hadis-i şeriflerden de 27. gecesine denk geldiği bildirilmektedir. “Onu yirmi yedinci gecede arayınız” meâlindeki hadis bu hususa işaret etmektedir.5

Bu rivâyetlerin ışığında, İslâm âlimleri Kadir Gecesinin Ramazan’ın yirmi yedinci gecesi olarak kabul etmiş ve böylece Müslümanlar o geceyi Kadir Gecesi niyetiyle ihya edegelmişlerdir.
Bunun için mü’minler mümkün mertebe, vakit ve imkânları ölçüsünde Kadir Gecesini değerlendirmeye çalışırlar. Uyku ve istirahatla geçirmemeye gayret ederler. Çünkü bu gecede herbir Kur’ân harfine otuz bin sevap verilmektedir. Diğer ibadetlerin sevabı da o nisbette artış göstermektedir.

Kadir Gecesini değerlendirmek ve o vaktin feyiz ve bereketinden istifadeyi arttırmak için namaz kılınır, Kur’ân okunur, Kur’ân tefsirleri mütâlaa edilir. Zikredilir, salavat-ı şerife getirilir. Duâlar edilir, Allah’a niyaz ve tazarruda bulunulur. Fakir ve kimsesizler doyurulur, bol bol sadaka verilir. Hâsılı her vesileyle vakit nurlandırılır. Kadir Gecesinin getireceği büyük kazanç hakkında rivâyet edilen hadisler en güzel teşvik mahiyetini taşımaktadır.
“Kim inanarak, sevabını ancak Allah’tan bekleyerek Kadir Gecesinde kıyam üzere olursa (uyanık kalıp ihya ederse) geçmiş günahları affedilir.”6

Bu gecede nasıl duâ edelim? Bunu da Hazret-i Âişe (r.a.) vasıtasıyla yine Peygamberimizden öğrenelim.

“Dedim ki, ‘Yâ Resulallah, Kadir Gecesine rastlarsam nasıl duâ edeyim?”

Resulullah Aleyhissalâtü Vesselâm “Allahümme inneke afüvvün tuhibbü’l-afve fa’fu annî (Allahım, Sen affedicisin, affetmeyi seversin, beni de affeyle) dersin’ buyurdu”7 Posted by Picasa

17 Ekim, 2006

BİZİM KİLER, BİZİM RAMAZANLAR

Bugün sayfamda misafir bir kalem var. Saygıdeğer Fatma PEKŞEN Hanımefendi'nin yayınlamam için gönderdiği bir yazı. Kendisi yayımlanmış kitaplarının yanı sıra; www.blogcu.com/mutfaksolisti adlı bir sayfası ile aramızda bulunmakta. Fatma Hanım'a teşekkürlerimi arzederken, taraklar ve yemenilerden de kısaca bahsedeyim. Sivas'a özgü kemik taraklar ve yemeniler. Üste görülenler gelin çeyizleri için hazırlananlardan. Tarak ve yemeni dışında gümüş işlemeciliği, Sivas bıcağı, ağızlık ve isimlikler halen yaşayan el sanatlarından.Yapılan bir araştırma da,koç boynuzundan mamül tarakların kepeklenmeyi önlediği tesbit edilmiş. Hoşçakalın.


BİZİM KİLERLER, BİZİM RAMAZANLAR


Büyükler, günler günleri, haftalar haftaları kovalarken, “uşak şu takvime bakın hele, iramazana kaç gün kalmış?”derler günün birinde.
Eee, kültürümüzde büyükler bir şey rica eder de küçükler itaat etmez mi? Uçlarının kıvrılması pahasına takvim dallanır, kaç gün kaldığı söylenir. Büyük, şöyle bir içinden hesap eder, sonra da düşündüklerini aile efradına açıklama ihtiyacı duyar.
“İramazana bir şey kalmamış. Temizliğin, mutfak hazırlığının zamanı gelmiş. Yarından tezi yok, kolları sıvayalım”
Soyulmuş sarımsaktan, doğranmış soğana kadar aklınıza gelebilecek her türlü gıdanın market raflarında, taze gelin gibi kurum kurum kurulmadığı dönemler bunlar... Küçük yerlerde sadece çarşılarda bulunan, büyük yerlerde ise mahalle aralarına serpilmiş, “Kanaat Bakkalı veya Aile bakkalı”nın cazibeli olduğu günler. Yani misafir geldiğinde, bir koşu gidilip A’dan Z’ye, o sevimsiz market arabalarını doldurarak, “yüz ağartılabilecek” imkânın hayâl olduğu dönemler... Kısacası, eğer tedarikli değilsen, eğer sırtını dayayabileceğin bir kilerin yoksa, darda kalınacak, üstüne üstlük de “beceriksiz, hiç hazırlık yapmamış. Bir misafir gelince eli ayağına dolaşıyor” damgasını yiyebileceğiniz zamanlar...
“Kırk işçi, bir başçı” misalinde olduğu gibi, büyükhanımın emriyle yapılan hazırlıklara başlanır artık. Tıpkı sizin oraların Ramazan hazırlığı gibidir bizim buralarınki de... Yani önlükler önlere bağlanmaya, (eğer baharsa, evde kışlıklar tükendiyse, sırf Ramazan için) hamurlar yoğrulmaya başlanır. Bir çok evden oklava, hamur tahtası, sac sesleri gelmeye, erişteler kesilip, kuskuslar yuvarlanmaya, yufkalar açılıp, kavurmalar kavrulmaya başlanır artık.
Eğer hazırlıklar avlunun bir köşesindeki “tandırbaşı”nda yapılıyorsa, komşu avluya “huuu, Hatçe Hatun kolay geleee. Ne iş görüyorsunuz?” diye seslenilmesi olağan şeylerden biri durumuna gelecektir. Eee, bu Hatçe Hatunsa karşısındakinin altında kalmayacak, kapı bir komşusunun hatırını, duvar gerisinden de olsa sorarak, gereken düzeni sağlamaya devam edecektir. Ne demişler, “musallaya gidene kadar komşu suali var”
“Huu, Ayşe Hatun, size de kolay geleee. Biz de gelinlerle kızlar toplandık, Ramazan’a yufka açıp kurutalım dedik. Bizim Çavuş Efendi pek sever. Nazlı’yı duvar dibine yolla da sıcak yufka verelim”
Hatçe Hatun tarafından ekmek çapuduna sarılarak gönderilen sıcak yufka dürüm yapılarak, Ayşe Hatun ve ev şenliği tarafından çabucak, minnet duyularak yutulacaktır elbette ama o ekmek çapuduna, taze ovalanmış kuskus ya da erişte konularak geri gönderilerek, “komşu hakkı” da gözetilecektir ister istemez.
O duvar diplerinde çok oklava sesi, çok sac sesi kendi dillerince Ramazan’ a sevinecek, ev sahiplerinin neşesine ortak olacaktır ama asıl ev sahipleri daha bir mutlu olacaklardır bunları yaptıklarına.
Öyle ya, sahurun hazırlığı, sabah namazı, mukabele filan derken gün ağarırken döşeğe girilmiş, yeteri miktarda uyku alınmadığı için, -hele ilk günler- “tuzsuz helva gibi” sallanılıp durulmuştur. Bir de “onbir ayın sultanı”na lâyık olma durumu var dır ki, ibadeti ibadete ulama, mümkün mertebe bu sayılı günleri değerlendirilme söz konusu olduğundan, mutfakta zaman öldürmek yerine birkaç gün evvelinden harıl harıl yapılan o mis gibi yufkalara, eriştelere, kuskuslara koşulacaktır. “Oh, ne iyi ettik de şu hamur işlerini yaptık. Bak kayıtsızca oturup, tespihimizi çekiyoruz, Kur’an’ımızı okuyoruz. Bak bugün kaç komşuya mukabele dinlemeye gittik. Çok ayıp ediyorum ama bazı kazaya kalan namazlarım vardı, onları bu mübarek günde kılıyorum. Allah kabul ederse inşallah, çifte sevap alırım. İyi ki bu kilerlerimiz var” yollu sözlere rastlayabilirsiniz.
Hem yaşlılar vara yoğa çarşıya koşulmasına razı olmazlar pek. “Erkek seldir, kadınsa göl. Erkeğin getirdiğini kadın titizlikle idare edecek, koruyacak ki dirlik olsun bereket olsun” derler. Öyle ya, Hacı Efendinin camii çıkışı koluna bir ihtiyarı takıp, “hadi birader, bizim fakirhaneye gidip birer kahve içelim” diyesi tuttu. Az evvel sizin de teravih kılıp yeni girdiğiniz eve beklenmeyen misafirin gelişini gördünüz, Hacı efendi, meramını anlattı, eliniz ayağınıza mı dolaşacak? Sahura dinç kalkmak gayesiyle erken yatmaya karar kılan bitişik komşunuzun kapısını tıklatıp, “aman komşu, bize bir fincan ödünç kahve verir misin? Hacı Efendi bir misafir getirmiş” mi diyeceksiniz?
Tabii ki demeyeceksiniz! O gün görmüş kadınların tavsiyesine uyarak evden eksik edilmeyen, “n’olur n’olmaz” diye saklanan kahveye koşacaksınız elbette. “Allah yenilen içilen eve verir” misalinde olduğu elbette hanelerinize bereket vermiştir, bolluk vermiştir ama bazen de olmadığı gün olur. Osmanlı kültürüne bağlı olarak, Anadolu içlerinden Rumeli’ne kadar her yerde varolan, seferberlikte insanımıza arka olan kiler alışkanlığı ne güne duruyor?
Sair günlerde de imdat simidi durumunda olan, sizi, o asık suratlı market arabalarına muhtaç etmeyen kiler, olanca güleçliğiyle, olanca sevecenliğiyle, cömertçe daha önce –kışa hazırlık yapan karınca misali- hazırladığınız nevaleleri birer ikişer koynundan çıkaracaktır.
Eee... boşuna mı söylemiş eskiler, “yazın başı kaynayanın kışın aşı kaynar” diye. Buyurun örnekler ortada. Mis kokulu, nanelerin, reyhanların, kekiklerin kapı artlarına asıldığı, hevenk hevenk üzümün, eriğin, kokusu odalara taşan elmaların, armutların, her türlü bakliyatın, bulgurun, unun önceden alınıp saklandığı kilerler, kış günü aş kaynatmaz da ne kaynatır? Bol zamanında çok ucuza alınıp, şişeleri renklendiren konserveler, reçeller, tarhanalar filan, sizin Ramazanda olduğunuzu farkederler. İftarda iftara göre, sahurda sahura göre, teravih sonrası o saate göre size hizmet ederler.
İftara çağrılan misafirler, kapıya gelen –ya da gelmeyen- yoksullara yapılan yardımlar, hep bu koca göbekli kilere dayanılarak yapılır. Ola ki, iftara sadece size yetecek kadar yemek yaptınız da “çat kapı” yapan bir Tanrı misafiriniz oldu. Hemen erişte kutusunun başına geçilerek, şöyle kayar suya atıp beş dakika içinde herkese yetecek kadar erişte pilavı yaptınız. Yanına da bir ayran çalkaladınız, bu kilere minnet duyulmaz da ne duyulur şimdi?
Kulağımızı verip dinlesek mi?
Ramazan bereketiyle renklenmiş akideler, dualı tespihlerle aynı cepte koyun koyuna yatıp, “ilk orucunu tutan” bir çocuğa saklanan cevizler, fındıklar, kilerdeki hemcinsleriyle belki de anlamadığımız bir dille konuşup, “şu Ramazan’a ne iyi oldu da bu evde , bu şehirde, bu iyi insanlarla girdik” diye sohbetler etmektedirler kimbilir?
Belki, teravih de omuz omuza oturan iki ihtiyarın birbirlerine ikram ettiği pestili fısıldayarak kilerde şenlik yapmaktadırlar, bilemeyiz?
O kilerler, önüne sardunyalar dizili bir pencerenin açılıp, sokağa doğru bağrılarak, “Ahmeeet, Aliii, oyunu bırakın artık. Topa beş dakika var”diye çınlanışını daha çok duyacak, daha çok oklava, sac tıngırtılarına edecektir...
Sizce de öyle değil mi?
Fatma PEKŞEN


Posted by Picasa

10 Ekim, 2006

BİR SİVAS KONAĞINDAN DÜŞÜNCELERE...



Sivas'ta diğer şehirlerimiz gibi konaklar şehriydi, apartmanlara yerini bırakmazdan önce. Zamana, vefasızlığa, kara-yağmura direnebilenler kaldı ayakta. Ayakta kalanların meşhurları Abdiağa, Susamışlar, Akaylar, Mihralibey, Osman Ağa ve İnönü Konağı şeklinde sıralanmakta. Konakların tarihçesi ve mimari özelliklerine aşağıda yer verdim kısaca. İç resimlerde okuyanlarca en çok beğenilen Susamışlar Konağından görüntüler aktarmak istedim. Benim mimarisi ve hangi tarihte yapıldığının ötesinde,bakınca merak ettiğim, düşündüğüm ; neler yaşandı, hangi düğünlere, ölümlere, sünnetlere, hayırlı olsun, geçmiş olsunlara şahit oldu. Kaç bayram hazırlıkları heyecanı yaşadı, hala olmazsa olmaz, bana göre bayramı bayram yapan tatlı telaşlargördü bu konaklar. Günler süren bayram temizliklerinden, ovulan tahtalar, badanalanan duvarlar, parlatılan bakırlardan sonra, kolalı bohçalar eşliğinde hamam hazırlıkları... Ve nihayetinde kimbilir kaç kez, kaç hamarat hanım bayram yemeklerini hazırlama telaşı yaşadı. Devasa tepsilerle baklavalar, sarığı burmalar, hurma tatlıları yapıldı. Eski halk tabiri ile açık kapı olup geleni-gideni sayısız olan bu yerlerde kaç kazan etli yaprak sarmaları, bayram çorbaları ve daha neler, neler hazırlandı kimbilir...

Yetim kızlara çeyiz hazırlama, kimsesiz yaşlıları berbere götürme, başkalarının yanında kalan öksüz çocukların kırdıklarını ödeme vakıfları olan bu sultan şehirde, kimbilir kimler için bayram kıyafetleri, harçlıkları temin edilip hazırlandı... Kimbilir kaç ferdini vatan sağ olsun deyip, yüreği kan ağlasada vakarla gönderdi Yemen'e, Trablusgarp'a, Çanakkale'ye... Adını duymadığı vatan topraklarını böylece öğrenip, kaç yiğitini kurban verdi, kaçı dönüp gelebildi kimbilir... Hangisi gurbette bayramı yaşayıp, ucu yanık mektuplara;

"Mektubumu yazdırayım gülinen,

Ördeklerde uçar gider gölünen,

Yaslı yaslı bayram yaptım elinen

Dostlar bayramınız mübarek olsun" (*) yazdılar kimbilir...

Bayram sofralarına misafir olan pak yürekli teyzeler, "Bismillah,cümlesinden büyük Allah, taşsın dökülmesin, artsın eksilmesin, bu eve yoksulluk girmesin, kalanlara sağlık selamet, ölenlere rahmet ..." duaları ettiler. El öpen çocuklara büyükler, "berhüdar ol, her daim bugünlere yetesin" dularını ettiler kimbilir. Hele hele, çocukluğumda bayram gelmeden heyecanı yüreğimi saran "memecim" lerde, kaç çocuk tokmağını dövdü bu konağın.... Memeciğimden kısaca bahsedeyim. Çok önceleri,, arefe günü,Kur'anı Kerim'den Necm suresini okuyan çocuklar cüz keseleri ve giydikleri güzel elbiseleri ile her evin kapısına gider, sureyi okuduktan sonra;

" memeciğimin havası, madelerin tavası, gökten rahmet, yerden bereket, Amin amin bir gilik" diyerek hep bir ağızdan seslenir ve ev sahibi de gilik denilen, küçük simitlerden verirmiş. Benim çocukluğumda, Necm suresi kısmı yoktu. Evlerin kapısına gidip, hep bir ağızdan "memmeciğimin giliği...." diye ünlüyorduk. Tek tük memeciğimler verilse de daha ziyade şeker veriliyor, baş okşanıyordu. Bizim kuşak bayram sabahı da ev halkıyla bayramlaşıp, bayram kahvaltılıklarıyla dolu sofralardan kalktıktan sonra toparlanıp, komşu evlerin kapısında," öpeyim teyze!..." diye koroya başlardı.

Kapı tokmağını dövmek deyince, kaç okuyucu(davetçi) geldi bu evin tokmağını döverek kimbilir, hem düğün programını sayıp, hem davet etmeye. Gençle orta yaş arası, ağzı güzel laf yapan bir hanım ve yanında gelin gibi giydirilmiş, minik bir kız. Ağzının laf yapması da önmelidir ha. Düzgün yapılmayan bir davet sonrası; " düğün sahibinin adını, okuyucu b....lar diye" boşa söylenmemiştir elbet. Ben bu okuyucu işinin de sonuna yetiştim. Pek küçükken şöyle 6-7 yaşına gelip, ayaklarım kuvvetlenince allı-pullu giyinip, okuyucu hanımların yanında dolaşmak istiyordum ki matbaaların davetiyeleri bu hevesimi alıp, uçurdu.

Hatırladığım en hazin okuyucu hikayesi de, o günlerin tabiri ile zampara kocasını evlendirmeye karar verip, okuyucu olarak evimize gelen Nadire Teyze idi. Annem şaşırmış, birlikte bir kaç damla yaş dökmüşlerdi belleğimde kalan. Zavallı kadıncağız, okuyucu mu çıktı, kendini dışarılara mı vurdu kimbilir...

Görüntüsünü eklediğim Susamışlar Konağı semazen bir ailenin olması hasebiyle aynı zamanda bir Mevlevi Dergahı, kimbilir kaç sema meclisinde ruhlar göklere yükseldi, mekan nura garkoldu, kimbilir.

Yine benim çocukluğumda köyden gelen kızlarda gördüğüm, ince, ince örgülerini kiminde onbeş, kiminde yirmi saydığım, hangi örgüleri hangi eller ördü kimbilir. Kimbilir bu nice zor işti ki, yaşından genç gösteren bir hanım, " Kız saçı örmedim, ne pişireyim demedim, kimseye öte git demedim" diyecekti.

Bir de karı kışı var Sivas'ın.. Erzurumlu olup, Sivas'ta ikamet eden kışı... Bir mefhum bu kadar güzele çevrilir derim her düşündüğümde. Ol sebepten soğukla aram olmamasına rağmen, daha çok kışın gitmeyi severim. Her ne kadar, dıştan bakanlar;

"Sekiz ay kışı,kargadır kuşu, pezik turşusu aşı" demişlerse de, bu o sıcaklığı yaşamamaktandır. İnsanlarının televizyonun esaretine henüz girmediği bu konakların has odalarında has sohbetler yapılıp, kalaylı sinili ak sofralara oturup, ardından kallavi kahvelerin yudumlandığı, gecenin ilerleyen saatlerinde, kuvvetli pazular, maharetli ellerce tel helvaların yapıldığı nice günler gördü bu konak. Yazı çermiklerde geçirip, güzü turşu, kavurma, pastırma, sucuk, kavurma eriştesi, yumurta eriştesi gibi nice makarna çeşitleri hazırlayıp, peksüdanlar, yarmalar, bilumum erzaklar, yufka börekleri, kadayıflar kesip, yağını balını, ununu bulgurunu istifleyen becerikli hatunlar, kışı da eşi dostu, leziz ikramlar, tatlı sohbetler yaparak geçirir. Kimbilir, benim dilimin döndüğünden daha nice hoş anlar yaşandı, baki kalan bu kubbenin altındaki konaklarda, evlerde. Ve sonunda ilk yalnızlığını, terkedilmeyi nasıl yaşadı bilinmez ki. "Ev dediğin evrendir, ucu dönmez kervandır" hepsi de anlatılamaz ki.....

Not: Deyimlerin bir kısmında Saygıdeğer Müjgan ÜÇER Hanımefendi'nin "Atalar Sözü Yerde Kalmaz " eserinden faydalanıldı.

SUSAMIŞLAR KONAĞI




06 Ekim, 2006

MERHABA

İş yoğunluğumuzun yanı sıra eğitim seminerlerimiz devam ettiği için, güncelleme yapamıyorum. En azından haber vermek istedim, sevgiyle ve hoşçakalın.

28 Eylül, 2006

SİVAS'TAN TARİHİ KONAKLAR/ ÇİFTE MİNARE'DEN BİR GÖRÜNTÜ

Abdi Ağa Konağı
Ali Ağa tarafından 1827 yılında yaptırılan bu tarihi konak 12 odadan meydana gelip iki kattan oluşur. Üst katında mutfak, büyük salonu, iki misafir odası, iki büyük hol, iki oturma odası ve bir yatak odası bulunmakla beraber; alt katında ise iki oturma odası bir büyük mutfak mahzen ve odunluk mevcuttur. Eski Türk evinin tüm sıcaklığını yansıtan bu konak ilimizdeki nadide Sivas evlerinden güzel bir örnektir. Sivas Belediyesince Kültür evi olarak hizmet vermekte ve ziyaretçilerini ağırlamaktadır. Aşağıda Abdiağa konağının içerden bir görünümü yer almakta.

Susamışlar Konağı

Bugünkü konağın girişinin üstündeki köşk kısmı ile Konağın önündeki çeşme 1815 yılında Benderli Ali Ağa tarafından yaptırılmıştır. Osmanlı Döneminde bilhassa 17. ve 18. asırlarda Konağın müştemilatının daha fazla olduğu bilinmektedir. O dönemlerde yazlık ve kışlık odalar, mutfak, kiler, çardak, yolcular için misafirhane (Han), ambar, iki ahır, samanlık, kapıcı odası, fırın ile çeşme, avlu ve bahçesi bulunuyordu. Zamanla fonksiyonunu kaybetmesi ile birlikte bu gün sadece Konak bölümünün kaldığı anlaşılmaktadır. Konak 7 ana bölümden oluşmaktadır.
1. Giriş kısmının sağ tarafında yaşlılar ve evlilerin oturduğu oda
2. Girişin sol kısmında gençler ve bekarların kaldığı oda
3. Semahane
4. Semahanenin sağ tarafında Çilehane,
5.Mutfak
6.Semahanenin ikinci katında kadınlar kısmı,
7.İkinci katta Misafir Köşkü,
Bu haliyle Belediye tarafından restore edilerek eski ihtişamına kavuşturulan konak Ali Baba ailesinin son sakinlerinden olan Susamışların ( Mehmet Nuri Susamış ve oğulları) adına izafeten Susamışlar Konağı olarak adlandırılmıştır. Farklı mimarisiyle yerli ve yabancı turistlerin ilgisini üzerinde toplayan konak haftanın 7 günü ziyarete açıktır.











1271 yılında Selçuklu Veziri Sahip Ata Fahrettin Ali tarafından yaptırılan Medrese döneminde İlahiyat Fakültesi olarak hizmet vermekteydi. Son yıllarda hep restorasyon çalışmaları yapıldığı için içini görmek kısmet olmadı bana.

Posted by Picasa

27 Eylül, 2006

SİVAS'TAN GÖRÜNTÜLER

Burası Şifahiye Medresesinin girişi. İçerde antika, turistik eserler satan işyerleri ve çay bahçesi olarak kullanılmakta iç avlusu. Selçuklu Sultanlarından İzzettin Keykavus'un türbesi de burada. Genç yaşta veremden vefat edince, vasiyeti üzerine çok sevdiği Sivas'a defnedilmiş. Şifahiye döneminin önemli tıp merkezlerinden biri imiş. Şu an çay bahçesi ve antik çarşı olarak canlı bir mekan da olsa, tıp alanında kullanılmış olsa, medresenin ruhuna ve İzzettin Keykavus'un arzusuna daha uygun bir seçim olacağını düşünmeden edemiyor insan.
Yukarda esere ait motiflerden biri yer almakta.
Medrese iç avlusunda bir de ebru sanatkarı yer almakta ve duvarı eserleri süslemekte. Sohbet grubuna bakıldığında bu otantik mekanda demli çayların yanında hoş sohbetler yapıldığı gözlemleniyor. Arzu edenler, ilk ebru denemesini ya da ebru yapma isteğini de gerçekleştirebiliyor bu mekanda. Bunlardan birisi de bizim Küçükhanım oldu. Yukarda çalışma anı yer almakta.

Bu da son hali. Küçükhanım lalenin ucunu güzel yapamadım diye üzülse de, Sanatkar Amcası yetenekli olduğunu ve Istanbul'da ebru öğrenebileceği merkezleri belirtti. Bilemiyoruz artık tarifle yaptığımız eserini odasında sergiliyor küçüğüm. Hoşçakalın.


Posted by Picasa