01 Aralık, 2009

Babamı Kaybederken....



Hastahaneden cenaze levazımatçısının önünde indiğimden beri yürüyorum... Daha doğrusu kefen alırken, kefenlerin cinsiyete göre farklılık arzettiğini öğrenip, bir erkek kefeni aldığımdan beri yürüyorum....

Kefen paketi kolumun altında, okula giderken kitaplarımı, klasörümü taşır gibi, yürüyorum... Belki de Babamın beni üniversiteye bırakıp giderken, O'nu uğurlarken gibi, Annem' den, Fikriye Annem'den ayrıldığım zaman ki gibi, öksüz bir tavırla, 'gözyaşım' sakın akma diyerek, yürüyorum... Tek bir farkla ! O zaman Onlar üzülmesin diye gözyaşı yasağı... Şimdi ise sadece yollarda ağlamak istemiyorum, yürüyorum...


Biraz önce girebildim yoğun bakıma yanına. Hayatım boyunca yaşam destek ünitesi görmek isteyeceğimi sanmıyorum. Yanına yaklaşıyor, elini tutuyorum, baba, babacığım ben geldim, ben... diyerek fısıldıyorum kulağına. Sesimi ve adımı söyleyince nabız ve nefes hızlanıyor, doktorlar koşuyor, 'hasta heyacanlandı' cümleleri telaşla çıkıyor ağızlardan.. Bir türlü elimi kavrayamayan ' o güçlü ' ellerini bırakıp, dışarı gönderiliyorum...

Doktorları bekliyorum, görüşüyorum, bir üstleri ile, bir başkası ile.... bir daha... farklı yüzler, neden hep aynı cümleyi tekrarlıyor... 'Hazırlıklı olun, yaşaması imkansız, beyin çok darbe almış...' Ben de hep, bünyesinin güçlü olduğunu ve daha önce atlatabildiği zor rahatsızlıkları aktarıyorum. Olamaz mı, düzelemez mi sorusuna, neden hiç kimse olumlu cevap vermiyor ki... Bu hep bilip, geldiğimiz hastane, bu kadar çaresizlik dolu mu idi? Bu yeni tanıştığım hissiyatı taşımakta zorlanıyorum, nefesimin sıkıştığını hissediyor, bir yandan da dışarıda bekleyen yakınlara ümid vermeye çalışıyorum.. Olmayan bir şeyi verebilmek insandan ne kadar uzak...

Kardeşlerim ve kendisine kardeşten daha yakın dostlarını, dillerinde O'nu çepeçevre saran duaları, yüzlerinde ki mahsun ifade ile bırakıp, ayrılıyorum.

Yürüyorum ve dua ediyorum, yürüyorum... Bir yağmur başlıyor inceden...Islanıyorum, yürüyorum. Sonbahar yağmuruna Sivas'ın hep var olan rüzgarı eşlik ediyor, gazeller uçuşuyor ağaçlardan... Babamın ömür yaprağı gibi pek hafif bir ilintisi kalmış olmalı ki, savrulup gidiyor ötelere... Dua ediyorum, yürüyorum...

Arabadan inip, hazırlıklı olmanın cisimleşmiş hali adına kefenini aldıktan sonra, Kepçeli'den o meşum kazanın olduğu Hükumet Meydanı'na doğru uzanan kaldırımda, her bir karede farklı anılar canlanarak yürüyorum...


Şems-i Sivasi Hazretlerinin türbesini, Meydan Camii'yi geçiyor, dağılan cemaati izliyorum.. Ailece ziyaret edip, etrafında bulunan çarşıdan alış-verişimizi yaptıktan sonra gittiğimiz Merkez Lokantasına takılıyor gözlerim. Babamın artık hiç dolaşamayacağını, camii cemaatinden olamayacağını, artık hiçbir şey yiyemeceğini düşünüyorum. Lezetleri darma dağınık eden ölüm bu imiş demek...

Yürüyorum.. Bir yandan doktorun en son cümlesi tekrarlanıyor kulaklarımda.. 'Beyin ölümü gerçekleşmiş olabilir, cihazımız yok' Bilemiyorum hiç bir şey bilemiyorum, tek gördüğüm artık yeşil gözlerinin hiç açılmadığı, pembe yanaklarının da beyaz, mermerimsi bir hale büründüğü...



Önüme ilk çıkan markete giriyorum, hazırlıklı olmak adına... Hani kalabalıkta gerek olan birşeyler olursa diye, rastgele birşeyler dolduruyorum... O esnada bir ses duyuyorum 'baba' diye hitap eden... Bir daha hiç baba, babacığım diyemeceğimi düşünüyorum. Bu çok kötü geliyor, hala kötü... İlk zamanlar insanlar gidip, yalnız kalınca, kendi kendime söyleyebileceğimi düşünsem de, babacığım demenin artık hep içimde hapsolunacağını anlıyorum...



Yürüyorum... Babamla hayatımızda ilk ve son kaçamağımız olan dondurma salonu çıkıyor karşıma.. Baharın başlarındayız. Sivas için erken denebilecek bir zamanda, dondurma çıkmış. Ben çok ısrar ediyorum. Malum her çocuğun ortak nidası, ' ama babacığım ' kelimeleri ardı ardına. Babam da aynı şeyleri tekrarlıyor. Evladım rahatsızlanırsın, ateşin nükseder yine.. Kazanan ben oluyorum, Babam ilk defa, ' ama Annene söylemek yok ' diyor, ben Babamın şartına şaşırarak giriyorum salona. Kocaman birer kase dondurma yiyoruz baba -kız. Beklenen olmuyor, ne hastalığım nüksediyor, ne de Annem başımda telef oluyor. Hoş bir anı kaldığını düşünüyorum hep ama, şimdi baktığımda sadece acı görebiliyorum...

Yürüyorum.... Elimdeki kefen paketi iyice ağırlaşarak, ümidsiz bir boyun eğişle adımlıyorum kaldırımları... Telefonu çaldırdığımda açacağını düşündüğüm gibi, her köşe başından çıkabileceği gibi bir hisse kapılıyorum. Bilmem kaçıncı kez bizi getirdiği, bayram alanında, tıpkı geçitte, yan gözle babamı arayıp, hafifçe tebessüm ettiğimiz gibi kalabalıklar arasında O'nu bulmak, eve birlikte dönmek ve bütün bunların sadece bir kötü rüya olmasını istiyorum. Arıyorum, anılara ve hayallere karışıyorum..

Necip Fazıl Merhum'un Kaldırımlar'ını tekrarlıyorum zihnimde ve yürüyorum...


" Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum."



Artık Babamsız yaşamak zorunda olduğumu hissettiğim anda, hiç unutamadığım o hal ile yürüyorum. Sanki ben bir sandalyede idim ve birden, birden biri yaslandığım kısmı çekiverdi ve ben öylece kalıverdim.


Çantamda Mesut'un asker fotoğrafı... Babamın askere yolcu ettiği oğullarından ardından ağladığı tek oğlu Mesut... Görürmüyüm-görmezmiyim bir daha diyerek... Dünya gözüyle asker halini görmek için, benden ısrarla fotoğrafını göndermemi istediği Mesut... İşyerinde memleket kurtarır gibi yoğunluklara gömülüp de postaya veremediğim fotoğrafı şimdi çantamda... Başkanımızın yolculuk esnasında beni arayıp, 'hastaneyi aradım Kızım, kaza sonrası bir şok yaşamış, sadece baygınmış' sözlerine,Annemin benzer cümleleri de eklenince, fotoğrafın yanında Babam'ın sevdiği şeylerden de eklediğim o çantaya baktıkça içim iyice kötü oluyor....




Yürüyorum... Çanta da, kefen de iyice ağırlaşıyor sanki.. Babamın bizi götürdüğü Ethembey'in Parkı'na dalıyor bakışlarım. Biz yine küçüğüz, Annem bankta, Kuleli de okuyan Mustafa Abim de gelmiş, O Fatma'yı, Babam da beni göklere doğru sallıyor. Heyecan ve korku karışık o an hiç bitmemiş olsun, Babam yine "armut dalda, kız bahçede..." diyerek arkamda olsaydı diyorum ve devam ediyorum ağır-aksak yoluma....





Hükümet Meydanındayım... Artık, her geldiğimde, her baktığımda içimi kanatacak olan meydandayım. Sivas'ta iken görev yaptığım kurumun tam karşısında... Eski iş arkadaşlarımın, son sürat çarpan arabanın Babamı nasıl fırlattıp, kaldırıma çarptığını gördükleri alandayım. Artık yürümüyorum, bakışlarım kaza mahalline çivilendi, o anı yaşıyorum.


Gece, can dostlarıyla hiç aksatmadan katıldığı dersten dönen Babacığımın, son gıdası olan bir elmayı yiyerek yattığını öğreniyorum Annemden. Sabah namazından sonra çıktığı evine, bir haftalık yoğun bakımın ardından cenazesini, can dostlarına sakin olacağımıza dair teminatlarla alabiliyoruz..


Ben kaldırıma, yaklaşık üç metre uçup düştüğü ve bir daha da konuşamadığı kaldırım bana bakıyor... O an neler hissettin Babacığım; canın ne kadar yandı ? 12 yaşında annesini kaybetmiş bir çocuk olarak; "Bana düşmez can vermek yumuşak bir kucakta " mı demek istemiştin... Bilemiyorum...

Uzanıverdiği kaldırımdan işe giden memurlar hastaneye kaldırıyor. Annemlere haber verildiği andan itibaren gördüğümüz bir türlü yükselmeyen vücut ısısı, düşük nabız ve düşük tansiyon.. Yüksekliğinden hep başına iş açmış tansiyon alay edercesine düşük...


En çok sıcak olmaması bana tesir ediyor.Hep üşüyen bir çocuk olarak sonbaharda, henüz sobalar, kaloriferler yanmadan, bana buz gibi gelen kaşık-çatalımı ısıtan, soğuk olan yatağımı önce o yatıp ısıtan Babacığım, şimdi ısınamıyor.... Bütün ateşini kaldırımlar almış gibi. Sanki Babam için de söylenmiş;

" Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya,

Alsa buz gibi taşlar, alnımdan bu ateşi.

Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir uykuya,

Ölse kaldırımların kara sevdalı eşi..." derken...
Son akşam... İçimiz de kıpır kıpır bir ümid... Babam daha iyiye gidiyor... Aldığım kefeni uygun bir yere bağışlamayı düşünüyorum, Halamlar evlerine gidiyor, sadece ev halkı kalıyoruz. İsmail yoğun bakım önünde, bekliyor. Mesut hala uzaklarda, tatbikatta, haberi yok hiçbir şeyden.
Sabah namazı sonrası, şifa ayetleri okurken telefon çalıyor... Eşim arıyor Istanbul'dan. " Yola çıktım geliyorum... Allah'tan geldik ve O'na döneceğiz" diyor. Dona kalıyorum bir an.
Annem ve kardeşlerimi sakinleştirmeye çalışıyorum. İyi olduğu için evlerine dönen Ablama, Halamlara, tüm yakınlara haber veriyorum.....
Bahçedeyim... Dışarda yoğun bir kalabalık. Babacığım tabutta. Çok sevdiği dostları, yakınları ve tanımadığım bir kalabalık etrafında. Kendisi ve arkadaşları tarafından yine çok sevilen Hasan Hoca soruyor, "merhumu nasıl bilirdiniz ? " güçlü bir ses birliği yankılanıyor, "ehli sünnet vel cemaat bilirdik! " diyerek...
Babamın gidişini izliyorum son kez... Bahçede ki çok sevdiği, yaza çıkmazsam şunun toprağını, bunun saksısını değiştirin tembihinde bulunduğu çiçekler de bizim gibi boynu bükük duruyor.
İçerden hanımlardan birinin sesi geliyor, ".... kendi malında bile gözü yoktu, karıncanın kanadını incitmezdi...."
Ağlıyorum sessizce... Son telefon görüşmemizde ki cümleler tekrarlanıyor zihnimde." Seni çok seviyorum Babacığım... Ben de Seni çok seviyorum Semanur ben de Seni "
Rahmet-i Rahman'a emanet ol, güle güle Babacığım...
Babamın da bahsi geçtiği diğer yazılardan birkaçı..
Son Kar Yazısı
Kar Yazısı-2
Kar Yazısı

Kucaklamış Bir Ahmed'i Ahmedim..
http://akcahan.blogspot.com/search?q=kar+yaz%C4%B1s%C4%B1-3