30 Mayıs, 2007

YAZ AKŞAMLARI - TATİL OYLAMASI- PAZI SARMASI

Kışın pek de bir itibar göremeyen balkonlar, yazın gözdesi makamında, ilgisiz geçen ayların intikamını alırcasına allanıp-pullanıyor. Hızını alamayanlar yarışmalara katılıyor. Bahçelerde sere-serpe büyüyen neslin çocuklarına bir nevi teselli ikramiyesi oluyor...

Çocuklarla birlikte, tatil planlarına dair fikir teatisinde bulunup, oylamak için gün batımında, okul-iş dönüşü balkonda toplandık. Oylama da, küçükler bir, büyükler iki oya sahip, ayrıca ailenin en büyük üyesinin, nam-ı diğer babanın veto hakkı mevcut. Bu oy sistemine karşı çıkan ve okul çevresinin tesiri ile ilerde siyasi arenada yer alacağını belirtmeye başlayan çok bilmiş ablamız, bu bizim oy sistemi de Türkiye'nin demokrasi sistemine benziyor, adilane değil diyerek büsbüyük eleştrilerde bulunduysa da, yine aynı minval üzere evin elitlerinden hüsnü kabul göremedi.

Bir taraftan teklifleri dinlerken, gün batımına kayıyor bakışlarım. Yukardaki gibi latif bir manzara olmasa da şairlere ilham veren bu vakit her zaman özeldir diyorum. Bir yandan yorgunluğu atıp, diğer yandan akşamı temaşa eylerken, Cahit Külebi'nin 'Akşamlar Hey Akşamlar' ı belleğime zuhur ediyor.

"Kim esir değildir Kendi içerisinde?

Akşamlar hey akşamlar!

Doğmasaydım eğer O küçük şehirde

Kim böyle boş gezer,

Yüzer gibi olur,

Bir koca nehirde?

Yorgunluk hey yorgunluk!

İnatçı yorgunluk!

Dalgın bir yüz kadar

Tozlu ayakkabılar.

Yorgunluk hey yorgunluk" derken ardından Necip Fazıl'ın 'Akşam' ı geliyor bekletmeden.

"Güneş çekildi demin,

Doğdu bir renk akşamı.

Bu, bütün günlerimin,

İçime denk akşamı.

Akşamı duya duya,

Sular yattı uykuya;

Kızıllık çöktü suya,

Sandım bir cenk akşamı " deyip, çaydan bir yudum alırken, bizim ufaklık, bu yıl da geçen yıl olduğu gibi Mevlana'yı ziyaret edecek miyiz? Konya çok güzeldi, diyor. İlk kez geçen yıl biz de, kurum arkadaşlarımız gibi, gideceğimiz yere, yolu biraz uzatarak, yollarda menziller tayin ederek, tabiri caizse gezerek gitmiştik.

Bu yıl Mevlana ziyareti yok derken, hatırıma Nazım Hikmet'in gençlik yıllarında kaleme aldığı Mevlana şiiri geliyor. Sizi şiirle başbaşa bırakıp, akabinde bir önceki postta yer alan pazı sarmasının tarifini verip, veda edeyim. Sürç-ü lisan ettikse affola.

"Sararken alnımı yokluğun tacı

Silindi gönülden neşeyle acı

Kalbe muhabbette buldum ilacı

Ben de müridinim işte Mevlana

Edebe set çeken zulmeti deldim

Aşkı içten duydum, arşa yükseldim

Kalpten temizlendim, huzura geldim

Ben de müridinim işte Mevlana."

Kim şairlerden daha güzel anlatır ki bir güzelliği. Her ne kadar Fuzuli; Hilmi Yavuz'un bugün kü köşe yazısında da vurguladığı üzere,

"Ger derse Fuzuli güzellerde vefa var / Aldanma ki şair sözü elbette yalandır" dese de bu beyittegörünen anlamdan ziyade derin manalar işaret edilmiş ve yazar da güzel bir yazı ile vuzuha kavuşturmuş, ilgi duyanlara duyrulur.

Sadede gelip, tarifimizi verelim.

- iki küçük bağ pazı yıkanıp, kaynar suya batırılıp, akabinde soğuk su dolu bir kaba alınır.

- Suyu boşaltılılp, hafifçe sıkılarak sarılmaya hazır hale gelir.

- 300 gr kıyma, 2 büyük soğan, yarım fincan pirinç, maydanoz, dereotu, karabiber, kırmızı biber, yarım çay bardağı zeytinyağı, bir silme kaşık salça ve tuz ile iç hazırlanır.

- Sarma işlemi bitince, tencere üzerine yarım kaşık salça, 1-2 diş sarımsak ve tuz sulandırılarak dökülür. Bizim gibi fazla sulu sarma sevmiyorsanız hizasından daha az, biraz daha sulu seviyorsanız hizasında kaynar su eklenip, en küçük ocağın, kısık ateşinde pişirilir. Afiyet olsun efendim.

Not: Görüntüler netten alıntı.

29 Mayıs, 2007

Balkonda Akşam...



Lalelerin mevsimi geçince geçen yıl çok memnun kaldığım petunyalarla doldurup saksıları hem rengarek görüntüsü hem de özellikle geceleri hissedilen kokusu ile mest oluyorum. Menekşeler daha önceden açmıştı. Baba yadigarı, emektar zakkumumda tomurcuğa durdu. Diğer bir baba yadigarı telgraf çiçeğimde ilk kez bu yaz minik beyaz çiçekler açtı. Yaşlama belirtisi mi, iyi bir olay mı çözemedim. Benim mevsimlik çiçeklerimin de mimarı olan peyzaj mimarı arkadaşımız Sibel'e bir hatırlayıp da sormalı artık. Kapalı balkonda ikamet eden menekşe ve begonyalar pek köpürdüler semizlikten ama çiçek açma belirtisi hiç yok kendilerinde bu yıl nedense.
Pazı sarma ve tepsidekiler balkona taşınan akşam yemeğinden. Benim favarim pazı olsa da salata yazın baştacı. Taze patatesten kabukları soymadan yapılan kızartma da her yerde olduğu gibi çocukların tabii. Pazı sarmasını yarın yazayım inşallah, şimdilik iyi geceler efendim.

25 Mayıs, 2007

Salı günü döndüm Istanbul'a. Normal vaktinden bir yarım saat geçikmeli inen uçağın, adalar üzerinde turlaması her ne kadar hoş bir manzara arzetse de, toplantıya yetişemeyeceğim endişesiyle epey bir tık tık etti kalbim. Hızlı bir koşuşturma neticesinde, türk filmlerivari ilk madde görüşülecekken girdim salona.

Dolu dolu geçirdiğim bir üç gün oldu bu. İştirak edeceğimiz program için cumartesi gecesi yol alırken bir ara uyanıp, gökyüzüne baktığımda yıldızlar elimi uzatsam dokunabilecek kadaryakın ve pırıl pırıl idi. O an sizleri ve bu şehr-i Istanbul'da hep uzaktan arz-ı endam eden yıldızları hatırladım. Sizi andım, zira tur halinde gitmiyor olsaydık, aracı durdurup, görüntülemek ve sizlerle paylaşmayı çok istedim o an.

Yine acele yazıyorum, birazdan çıkmam gerek. Uzak diyarlardan anne-baba dostumuz olan çok sevdiğim bir ailenin kısa süreliğine buraya geldiğini öğrendim ve yarın tam gün performans kriterlerimiz üzerine bir toplantımız olduğundan, bu akşam görebileceğim ancak.

Bugün Necip Fazıl KISAKÜREK'in vefat yıldönümü. Bizim şiir sever küçükhanım hatırlattı. 25 Mayıs 1983'te ben matematik çalışırken, haber almıştım. Rahmetle anıyor ve meşhur şiiri Çile ile sizleri başbaşa bırakmak istiyorum. Baki kalan bu kubbebe hoş bir seda imiş, hoşçakalın efendim.

ÇİLE..

Gaiblerde bir ses geldi:

Bu adam,

Gezdirsin boşluğu ense kökünde!

Ve uçtu tepemden birdenbire dam;

Gök devrildi,

künde üstüne künde...

Pencereye koştum:

Kızıl kıyamet!

Dediklerin çıktı, ihtiyar bacı!

Sonsuzluk, elinde bir mavi tülbent,

Ok çekti yukardan, üstüme avcı

Ateşten zehrini tattım bu okun,

Bir anda kül etti can elmasımı.

Sanki burnum, değdi burnuna (yok)un,

Kustum,

öz ağzımdan kafatasımı

Bir bardak su gibi çalkalandı dünya;

Söndü istikamet, yıkıldı boşluk.

Al sana hakikat, al sana rüya!

İşte akıllılık, işte sarhoşluk!

Ensemin örsünde bir demir balyoz,

Kapandım yatağa son çare diye.

Bir kanlı şafakta,

bana çil horoz,

Yepyeni bir dünya etti hediye

Bu nasıl bir dünya,

hikayesi zor;

Makâni bir satıh,

zamanı vehim.

Bütün bir kainat muşamba dekor,

Bütün bir insanlık yalana teslim.

Nesin sen,

hakikat olsan da çekil!

Yetiş körlük,yetiş,

takma gözde cam!

Otursun yerine bende her şekil;

Vatanım, sevgilim, dostum ve hocam!

Aylarca gezindim,

yıkık ve şaşkın,

Benliğim bir kazan ve aklım kepçe,

Deliler köyünden bir menzil aşkın,

Her fikir içimde bir çift kelepçe.

Niçin küçülüyor eşya uzakta?

Gözsüz görüyorum rüyada, nasıl?

Zamanın raksı ne bir yuvarlakta?

Sonum varmış,

onu ögrensem asıl?

Bir fikir ki sıcak yarad kezzap,

Bir fikir ki, beyin zarında sülük.

Selam sana haşmetli azap;

Yandıkça gelişen tılsımlı kütük.

Yalvardım: Gösterin bilmeceme yol!

Ey yedinci gök, esrarını aç!

Annemin duası, düş de perde ol!

Bir asâ kes bana, ihtiyar ağaç!

Uyku, katillerin bile çeşmesi;

Yorgan, Allahsıza kadar sığınak.

Teselli pınarı, sabır memesi;

Size şerbet, bana kum dolu çanak.

Bu mu, rüyalarda içtiğim cinnet,

Sırrını ararken patlayan gülle?

Yeşil asmalarda depreniş, şehvet;

Karınca sarayı, kupkuru kelle...

Akrep nokta nokta ruhumu sokmus,

Mevsimden mevsime girdim böylece.

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,

Fikir çilesinden büyük işkence.

Evet, her şey bende bir gizli düğüm;

Ne ölüm terleri döktüm, nelerden!

Dibi yok göklerden yeter ürktüğüm,

Yetişir çektiğim mesafelerden!

Ufuk bir tilkidir, kaçak ve kurnaz;

Yollar bir yumaktır, uzun ve dolaşık.

Her gece rüyamı yazan sihirbaz,

Tutuyor önümde bir mavi ışık.

Büyücü, büyücü ne bana hıncın?

Bu kükürtlü duman, nedir inimde?

Camdan keskin, kıldan ince kılıcın,

Bir zehir kıymak gibi, beynimde.

Lugat, bir isim ver bana halimden;

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

Aynalar söyleyin bana, ben kimim?

Söyleyin, söyleyin, ben miyim yoksa,

Arzı boynuzunda taşıyan öküz?

Belâ mimarının seçtiği arsa;

Hayattan mühacir; eşyadan öksüz?

Ben ki, toz kanatıi bir kelebeğim,

Minicik gövdeme yüklü Kafdağı,

Bir zerrecigim ki, Arş'a gebeyim,

Dev sancılarımın budur kaynağı!

Ne yalanlarda var, ne hakikatta,

Gözümü yumdukça gördüğüm nakış.

Boşuna gezmişim, yok tabiatta,

İçimdeki kadar iniş ve çıkış.

Gece bir hendeğe düşercesine,

Birden kucağına düştüm gerçeğin.

Sanki erdim çetin bilmecesine,

Hem geçmis zamanın, hem geleceğin.

Açıl susam, açıl!

Açıldı kapı;Atlas sedirinde mavera dede.

Yandı sırça saray, ilahi yapı,

Binbir avizeyle uçsuz maddede.

Atomlarda cümbüş, donanma, şenlik;

Ve çevre çevre nur, çevre çevre nur.

Içiçe mimari, içiçe benlik;

Bildim seni ey Rab,

bilinmez bilinmez meşhur!

Nizam köpürüyor, med vakti deniz;

Nizam köpürüyor, ta çenemde su.

Suda bir gizli yol, pırılıtılı iz;

Suda ezel fikri, ebed duygusu.

Kaçır beni ahenk, al beni birlik;

Artık barınamam gölge varlıkta.

Ver cüceye, onun olsun şairlik,

Şimdi gözüm, büyük sanatkarlıkta.

Öteler öteler, gayemin malı;

Mesafe ekinim, zaman madenim.

Gökte saman yolu benim olmalı;

Dipsizlik gölünde, inciler benim.

Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök!

Heybem hayat dolu, deste ve yumak.

Sen, bütün dalların birleştiği kök;

Biricik meselem, Sonsuza varmak...

Necip Fazıl Kısakürek

18 Mayıs, 2007

Yine Yola Düşerken....

Yarın yine bana yol göründü, leyleği havada da görmemiştim ama... Bu sabah Annemle kahvaltı yapabileceğim kısmetse. Annemi görebileceğimi ve katılacağım programı düşünürken yüreğim pırpır ederken, okul dolayısı ile çocuklarla birlikte gidememem de tam aksi sinyaller yüklüyor yüreciğime.

Sadece üç gün bile olmayan bir program ama, sevinç, üzüntü, heyecan ve endişenin cem olduğu bir yumak oluştu bile.

Son zamanlarda bloguma neler yazmak istedim neler. Alınan her görüntü, tasarlanan her yazı güncelliğini kaybedip, uçtu gitti. Şu an da çok zar zor yazıyorum işte. Halbuki açarken blogu bu değildi hedefim. Gökten gül yağmaz, gül istiyorsak fidan ekmemiz gerekir diyen Göte gibi, gece-gündüz bir şeylerden vaz geçerek yapmalıyız, planladıklarımızı esasında.

Ben bu aralar işittiğim bir sözü çok beğenmiş, iç dünyama pelesenk etmiş vaziyetteyim. Sizlerle de paylaşıp, satırlarımı noktalayayım isterseniz. " Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil"
Fuzuli'ye ait bir söz. Çok yerlere uyan, derin bir cümle. Böyle çalakalemlerin de tesiri yok ama, kapatıp blogu, susup, sizlerden ayrılmaya da gönlüm razı değil. Sürçü lisan ettikse affola, görüşmek ümidiyle, sağlıcakla kalın efendim.
Not: Yollar Sivas'ın, havuz da kent merkezinden.




11 Mayıs, 2007

Hayat ve Ölüme Dair Gece Dokundurmaları...

Esasında oldu birkaç gün eve döneli. İyi insanlardan birinin daha iyi atlardan birine binip gittiğini düşünüyorum. Biz gittikten sonra eşimin yakınlarından iki kişi daha vefat ettiler. Ölümün yüzü soğuk pek tabii ki, ama nerede, ne zaman gerçekleşeceği hiç belli olmuyor. Sürekli cenaze evlerine girip-çıkıp o atmosfere alışmışken, diğer bir yakının izin alınarak biraz da mahcup bir eda ile icra edilen düğünü tebrik için uğruyoruz. Yakın binalardan birinde yine bir kalabalık görüyorum ve yanımızdakilerden biri açıklıyor. Ailenin tek oğlunun cenazesi gelmiş Kıbrıs'tan. İçimin acıdığını hissediyorum. Gencecik bir çocukmuş. Uzun bir süre rahatsız olduğunu işittiğim damadın başlamış düğünü cenazeler arasında sessiz sedasız devam ederken, komşunun
güçlü kuvvetli, sağlıklı delikanlısının ani bir ölüm sebep gösterilen cenazesi geliyor...

Hayat bu işte. Kimin başına ne zaman, ne geleceği bilinmiyor...

"Neylersin ölüm herkesin başında,
Nerede, ne zaman ve kaç yaşında,
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musaala taşında..." diyen şairden daha güzel nasıl ifade edilebilir ki?...

Bir "Sessiz Gemi"ye binerek gideceğimi, kimbilir ne zaman, nasıl ve nerde:

"Artık demir almak günü gelmişse zamandan,
Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan,
Hiç yolcusu yokmuş gibi sessizce alır yol;
Sallanmaz o kalkışta ne mendil ne de bir kol.
Rıhtımda kalanlar bu seyahatten elemli,
Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli.
Biçare gönüller!
Ne giden son gemidir bu!
Hicranlı hayatın ne de son matemidir bu!
Dünyada sevilmiş ve seven nafile bekler;
Bilmez ki giden sevgililer dönmiyecekler.
Bir çok gidenin her biri memnun ki yerinden,
Bir çok seneler geçti; dönen yok seferinden." (Yahya Kemal Beyatlı)

Seni Cahit Sıtkı'dan, her mısram namusumdur diyen Yahya Kemal'den ve de Necip Fazıl'dan daha güzel nasıl anlatabilirim ki ey ölüm?!


02 Mayıs, 2007

Dünya Bir Değirmen

Dünya bir değirmen döner... Kimi çıkar, kimi iner... Bir yakınımızın da bu kervana katıldığı haberini aldık, sabah uçağı ile yola çıkacağız. Mekanı cennet olsun. Gününüzün güzel, ömrünüzün dolu geçmesi dileği ile...

"Ölüm ölene bayram, bayramda sevinmek var,
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var."