28 Nisan, 2007

Candan'a Geçmiş Olsun

Sevgili Candan'a geçmiş olsun dileklerimle...

26 Nisan, 2007

GELDİ BAHAR....

Orhan Veli bir şiirinde kendisini mahveden havalardan bahseder hani.

BENİ BU HAVALAR MAHVETTİ

"Beni bu güzel havalar mahvetti,
Böyle havada istifa ettim Evkaftaki memuriyetimden.
Tütüne böyle havada alıştım,
Böyle havada aşık oldum;
Eve ekmekle tuz götürmeyi
Böyle havalarda unuttum;
Şiir yazma hastalığım
Hep böyle havalarda nüksetti;
Beni bu güzel havalar mahvetti."

Esasında bu havalar, her zerredeki canlanma hepimizi hareketlendirir, biz de bir değişim yaşamak isteriz. Kimimizde biraz daha fazla olur, hele de çocuklarda. Bizim Oğluş da baharda kanı daha çok kaynayanlardan. Kendilerini motive etmek için 23 Nisan tatilini çok sevdiği Adapazarı civarında geçireceğimize söz vermiştik. Bir ay önce gittiğimizde bu kadar güzel değildi. Paşamız çok mutlu oldu. Görüntülerinde kimi Altındere, kimi Kuzuluk ve Dokurcun tarafından.

Bahar... Mevsimlerin en güzeli... Diğerlerinin güzelliği, her yaşım kendine göre bir güzelliği var tesellisi gibi belki de, ne dersiniz bilmem...

Alt postta beyimizi meftunu olduğu atlarla hasretlik gidersin diye çiftliğe gitmiştik ama, kapalı olunca payına bu kadarı düştü garibimin. Yol boyunca uzaktan gördüğü inekleri at sanıp, heyecanla ayağa kalkıp, hazırola geçtiyse de bir Malatya tabiri ile felek paşamıza yar olmadı.

Vakit bulamayınca gece yarısı kaleme alınan bu yazıda sürçü lisan olduysa affola. Hoşçakalın.




20 Nisan, 2007

FARKLI YAŞAM ÖYKÜSÜ İLE EİSENHOWER VE SOBE

Hepimizin beğenisini kazanan, "Tutuşturulmuş insan ruhundan daha etkili bomba tanımıyorum"sözü ünlü ABD Başkanı Eisenhower'a ait. Bu söz hayatının özeti gibi ve kişisel gelişime, hedefe odaklanmaya ve eğitime önem veren herkesin bu hayattan çıkaracağı dersler var. Adına doktrin oluşturmuş başkanlardan biri olduğu için fakültede de konumuz olmuştu. Nette araştırma yaparken rastladığım yaşam öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyorum.

EİSENHOWER

Genç çiftçi her zamanki gibi gün ağarırken uyanmıştı. Hayatının çiftlikle alakası olmayan ilk gerçek işine doğru tozlu yolda yorgun argın ilerliyordu.O gün hava sıcak ve boğucuydu, tipik bir temmuz günüydü. Aşırı nemle birlikte sıcaklık şimdiden 25 dereceyi bulmuş, 35 dereceye çıkması bekleniyordu. Uzun saatler çalışmak zorunda kalacağı fabrika çok daha sıcak olacaktı. Ama terfi terfidir, diye düşündü. Yürüyüşü hızlanırken önündeki teneke kutuya bir tekme attı. Sadece üç ay çalıştıktan sonra "kalfalığa" terfi ettiği için daha ilk günden işine geç kalmak istemiyordu. Çalıştığı yer küçük bir fabrikaydı. Kasalanmış, tabaka halindeki çelik galvanizlenip, parçalara ayrılıp soğuk perçinleme işlemine tabi tutuluyordu. Yürürken uzun adımlar atıyor ve vücudunu dik tutuyordu ama onu izleyen biri, biraz üzerine bol gelen giysilerinden garip ve fazla uzun boylu olduğunu düşünürdü. Hayli zayıf haliyle tarlasına girmeye çalışan kuşun üzerine atlamaya hazır bir korkuluğa benziyordu. Şu an erkek kardeşi ve Swede ile gittikleri dereye girip gün boyu orada kalmayı ne kadar çok isterdi. Orada geçirdikleri güzel anlar, haftada 6 gün ve genelde günde 12 saatlik işi yüzünden hayatından gittikçe silinmeye başlamıştı. Ama artık bir amacı vardı.İlk amacı ağabeyinin öğrenim görmesini sağlamaktı. Bunu kendiyle ilgili planlarının üzerinde tutuyordu. Aile bu konuyu etraflıca tartışmış ve karar vermiş ve o da razı olmuştu. Zaten sonra da sıra ona gelecekti. Dolayısıyla ikinci amacı da üniversitede okumasını sağlayacak parayı bir araya getirmekti. Ağabeyi kadar fazla paraya ihtiyacı olmayacağından bu faslı daha kolay halledeceğine inanıyordu. Eninde sonunda Deniz Harp Akademisi'ne gireceğine inanıyordu. Orada en yakın arkadaşı Swede ile buluşacaktı. Yaklaşmakta olan o büyük günü uzun zamandır planlıyorlardı. Bu gece de Swede ile buluşup olası sınav sorularının üstünden geçecek, akademinin belgelerini inceleyeceklerdi. Kendini amiral üniforması giymiş, büyük bir filoyu kumanda ederken hayal ederdi. Kahramanlarından biri Amiral Nelson'du. Hayat hikayesini defalarca okumuş, Nil Muharebesi'nden Trafalgar'a kadar önemli muharebelerini incelemişti. Acaba Swede'den önce amiral olabilecek miydi? Swede. Böyle bir arkadaşa sahip olduğu için çok şanslıydı. Kişiliğine, özellikle de hal ve tavırlarına hayrandı. Onun yapısında olmayı çok isterdi. İri yapılı olduğu halde Swede, kendinden küçük olanların onu iteklemesine ses çıkarmazdı, birçok kere kendi gücüyle halledebileceği halde arkadaşının araya girip onu korumasına izin vermişti.

"Nereye gidiyorsun, evlat?" Çiftçi çocuk birdenbire durdu. Hayallerine dalmış yürürken dükkanın önünden geçip gittiğini fark ederek kızardı. "Özür dilerim" dedi ustabaşına. "Bu kadar çabuk geldiğimi fark edemedim." "İyi. Şurada seni görmek isteyen biri var. Uzun süredir bekliyor." Ağabeyinin süthanedeki patronunu tamdı, adımlarını sıklaştırarak yanına vardığında adamı neşeli bir şekilde "Günaydın efendim" diye selamladı.Adam doğrudan konuya girdi. "Ağabeyin üniversiteye gidiyor, ben de sana onun işini teklif etmek istedim. Onun yarısı kadar bile çalışsan yeterli olacağına inanıyorum." "Te-teşekkür ederim" diye kekeledi. "Teşekkür etmene gerek yok. Senin ve ağabeyinin yaptıklarını takdir ediyorum. Swede'i de. Ben doğru dürüst bir eğitim almadım. Zor olanı yaptım, tabii okumak iş değil demek istemiyorum." "Anlıyorum efendim." "Esasında gelip seni görmek için zamanım olmazdı ama acilen birine ihtiyacım var. Kabul edersen işten çıkacağını hemen şimdi haber vermen gerekiyor. Ben de işime dönmeliyim." "Sanırım düşünmeme gerek yok. Maaşımın çok daha yüksek olacağım biliyorum." "Kazanmak için çok çalışman gerekecek. Kolay iş değildir ama siz çiftlikte yetişen çocuklar ağır işlerin altından kalkabiliyorsunuz. Bu, çok iyi bir özellik." "Bir dakika bekleyin, size süthaneye kadar eşlik edeyim" diye bağırdı genç çocuk dükkana doğru koşarken. Kısa bir süre sonra kırmızı bir suratla ve ter içinde dışarı çıktı. Nazik bir tavırla istifa etmişti.

Bir süre hızlı fakat sessiz bir şekilde yürürlerken çocuk nefesini tutuyordu. "Buzun nasıl yapıldığı biliyor musun, evlat?" diye sordu yeni patronu. "Bildiğimi söyleyemem." "Yaptığımız buzun büyük bir kısmını dondurmak ve besinleri saklamak için kullandığımızı bilirsin. Bunu, tenekelerce suyu olabildiğince tuz içeren salamura içinde dondurarak suni olarak üretiyoruz. Salamura, amonyak gazı içeren borularla eksi 20 derece soğukta tutuluyor. Çok soğuk olan amonyak gazı salamuranın ısısını alır ve salamurayı suyun donma derecesinin altında tutar. Bu da tenekelerdeki suyu buz parçalan haline getirerek dondurur." "Buz üretirken" diye devam etti, "öncelikli olarak dipteki ve tenekelerin kenarlarındaki suyu dondurmak gerekir. Bu, suyun dondukça genleşmesi sonucu tenekeleri çatlatmasını önler. Anladın mı, evlat?" "Sanırım" diye yanıtladı. "Ama yine de nasıl yapıldığını gözümle görmeli ve incelemeliyim" dedi. "Bu iş ancak böyle öğrenilir, evlat." Sağlam ve güçlü adımlarla tozlara basarak, konuşmadan yürümeye devam ettiler. Sıcaklık 30 dereceye ulaşmıştı ve hala da yükseliyordu. Ufka doğru baktıklarında dalgalar halinde titreyen nemi görebiliyorlardı. Havadaki amonyak kokusu hedeflerine yaklaştıklarını haber veriyordu. "Serin binaya girmek hoşuma gidecek" dedi çocuk. "Çalışırken o kadar kısa zamanda terleyeceksin ki" diye cevap verdi adam. "İşte geldik. Seni Joe ile tanıştıracağım, o da sana hemen ipleri gösterecek. Buz odasından başlayacağız." Buz odasına girerken genç çiftçi yeni işine karşı ilk tepkisini de gösterecekti. Sonradan, bunun sanki firavunun mezarına girer gibi ölüm sessizliğini andıran bir his olduğunu söyleyecekti. Ardından el bocurgatı çalıştırıldı ve saatte 3 ya da 4 tane 135 kiloluk buz kalıpları kesmeye başlandı. Joe ile genç adam sırayla büyük buz kalıplarını makineye taşıdıktan sonra bocurgatta buzlarla uğraşıyorlardı. Sonra buz kütlelerini, ilerde Rube-Goldenberg mekanizması adını vereceği yukarıdan aşağıya meyilli inen aletin içine yerleştirdiler. Ardından Joe ile birlikte, buz parçalan, torbaların oluşturduğu girişe benzeyen açık bölümden kayıp bitişik odaya gidene kadar tenekelere su döktüler. Daha sonra genç adam yan odaya gidip farklı ebatlardaki kalıpları maşayla tutarak yerleştirdi. Montajın bitiminde ise çiftçi çocuk buzlan teslimat için yük arabasını yerleştirdi. Kendini vererek çalışıyordu. Kolu kendi hızını kazanmıştı. Çalıştıkça şekil kazanan ve dikkat çekici olmaya başlayan kasları hoşuna gidiyordu. Düşünmeden alışılmış hareketleri yaparak çalışırken geleceğini düşünmeyi ve hatta ezber yaparak ders çalışmayı öğrenmişti.

Bazen kendini Annapolis'ten sonra kazanacağı gelecekteki şanını hayal ederken bulurdu. Örneğin bir deniz savaşı sırasında Cumhuriyeti kurtaracak klasik "T çaprazlama"sını düşlerdi. Bir keresinde hayallerinden bir çığlıkla ayılmıştı: "Dikkat et." Döndü ve üzerine gelmekte olan 135 kiloluk buz kalıbından kıl payı kurtardı, çarpsa ölümüne neden olabilirdi. Fabrikada güvenlikle ilgili olarak anlatılan kısa bir öğüt çalışırken hayallerini rafa kaldırması gerektiğini ortaya koyuyordu. Nasıl geçtiğini fark etmeden saat akşam 6 olmuştu. Bir günlük paramı kazandım, diye düşündü.
Süthaneden çıkmak üzere kapıya doğru yürürken kendisine yaklaşan ustabaşı "Bugün çok para kazanmışsındır herhalde" diye seslendi. "Evet, hem de çevik olmayı öğrendim" diye cevapladı. "Swede'le birlikte birkaç ay içinde sınavlara gireceğinizi duydum. Bugünkü çalışmanı görünce aklım iyice karıştı. Çok çabuk öğreniyorsun." "Bu gece yemekten sonra sınav soruları üzerinde çalışmak için Swede'e gideceğim." "Güzel bir uyku çek. İyi geceler." Swede ile hayallerini paylaşıp, beraber ders çalışacakları geceyi düşünerek hızla uzaklaştı.Akşam yemeğini hızla mideye indirdikten sonra, ailesine veda edip Swede'le buluşmaya gitti. Her zamanki gibi birbirlerini sevgi ile karşıladılar, gülümseyerek selamlaştılar. "Bu akşam ne çalışacağız, Swede?" "Savaş usul ve stratejilerine ne dersin?" "Bugün süthanede savaş tarihi çalışırız diye düşünmüştüm." "Bana yeni işini anlatsana." "Anlatacağım. Ama önce hangi konuların üstünden geçmedik ona bir bakalım. Biliyorsun, sadece birkaç ayımız kaldı." "Silahların gelişimini çalışmaya başlamıştık. Donanmaların malzeme ihtiyaçları ve tedarik hatlarını çalıştık. Ateş gücü kullanımını işledik. Askerlerin eğitimi konusunu tekrarladık." "Savaş tarihini ülkelerin ekonomileri ışığında inceleyelim diye düşünmüştüm. Ordularını ve filolarını nasıl oluşturuyorlar? Bunları oluşturacak parayı nasıl buluyorlar?" "Bu çok önemli bir soru" dedi Swede. "Bizden sadece bu konuda bir broşür hazırlamamızı isteseler çalışmamız yıllarca sürebilir." "Sanırım kendi cevaplarımızı oluşturmamızı isteyeceklerdir. Genel bilgi düzeyimizi iyi ifade eden birkaç cümle onları etkileyebilir. Dün kütüphanede bir kitap buldum. Okuduktan sonra sana vereceğim. Birkaç gün içinde iade edilmesi gerek." "Bu kadar şeye nasıl yetiştiğini anlayamıyorum. Eve gidiyorsun saatlerce kitap okuyorsun, sonra sabah çok erken kalkıp süthaneye gidiyorsun. Hepsine nasıl yetişebiliyorsun be oğlum?" "Bana oğlum deme. Senden birkaç ay büyük olduğumu unuttun mu?" diye takıldı. "Haklısın. Unutmuşum. Bu gece nasıl oldu da ekonomi ile ilgili bir kitap almadın yanına." "Unutmuşum. Yeni işin nasıldı?" "Büyük amirallerin hayatlarını tekrar edelim. Ben sana sorular sorayım, sonra da sen bana sorarsın. Bunu bitirince de tekrar strateji konusuna dönebiliriz. Ben Merrimac and the Monitor'u bitirdim, sen de bana Güneyin Süvari Taktikleri'ni anlatırsın." İki genç adam saatlerce birbirlerine sorular sordular. Sonra akşam saat 9'a kadar askeri kitaplarını okudular. "Gerçekten de eve gidip ekonomiyle ilgili kitabı mı okuyacaksın?" diye sordu Swede sessizliği bozarak. "Evet ve de şafakla kalkacağım. Okurum ama." "Sen dürtüklemesen bu işin altından nasıl kalkardım bilemiyorum" dedi Swede. Ertesi akşam çalıştıklarını tekrar etmek için buluşmak üzere sözleşerek ayrıldılar. Genç adam günlük programına kolaylıkla alıştı. Sabah erkenden kalkıyor, saat akşam 6'ya kadar çalışıyor, akşam yemeğini çabucak yiyip Swede'le ders çalışmaya gidiyordu.
Haftalar çabucak geçip gitti. İki ay içinde Belle Springs'deki süthanede kalfalığa yükseldi. Fırın odası üç adet borulu kazandan oluşuyordu. Gevşek, neredeyse toz halinde kok kömürü kullanıyorlardı. Klinker, yani tuğla ya da fırında çok ısınan taşımsı maddeler belirli aralıklarla oluşuyordu. Dilimleme makinesiyle yanan kömürü bir yana itiyor, ızgaralardan klinkerleri temizliyor ve başka bir işçi klinkerlerin üzerine su dökerken o da bunları taşıyordu.
Süthanenin ikinci mühendisliğine terfi etti ve maaşı ayda 9ü dolar arttı. Haftanın yedi günü, sabah saat 6'dan akşam 6'ya kadar günde 12 saat, haftada 84 saat çalışıyordu.
İki genç adam sınava kadar geceleri yoğun çalışmalarına devam ettiler. Birbirlerine o kadar çok bilgi ve teori yüklediler ki, sona doğru artık biraz aptallaşmaya başlamışlardı. Her şey bittiğinde sanki duyguları çekilmiş gibi hissettiler kendilerini ama ikisi de sınavı geçtiklerine ve donanmada uzun bir gelecek için yolun başında olduklarına emindi ve birlikte Annapolis'te geçirecekleri günleri heyecanla bekliyorlardı.

Yıllar sonra Swede, arkadaşına sonuçlan öğrendikleri günü hatırlatacaktır. "Sizin eve elimde telgrafla koşarak geldiğim zaman yüzündeki keder dolu ifadeyi asla unutmayacağım. Sanki bir cenazeden dönmüş gibiydin. Pek yapmadığımız bir şeyi yapıp birbirimize sarıldık. Sen isteksizdin ama benim sevincimi paylaşmaya çalışmıştın. Sonra sınavı çok iyi derece ile geçtiğini ama Annapolis'e kabul edilmediğini, yirmi yaşında olduğun için koşullarına uymadığını söyledin." "Ama sonra" diye hatırlattı genç çiftçi, "Hala West Point'e girebileceğimi anladık, sınav iki okul için de geçerliydi. Ayrı yerlerde okuyacak ve yıllar boyu ayrı kalacaktık. Üzülme sırası o zaman sana gelmişti." "İkimizin de birbirimize içtenlikle yardım ettiğini bildiğimiz için zorlukların üstesinden gelebildik. Özellikle de Kansaslı senatörünün elinden geleni yapması ve senin West Point'e kabul edilmen gerçekten de ne büyük bir şanstı."
İki adam yıllar boyu mesleklerinde ilerlerken de dost kalmaya devam ettiler. West Point öğrencisi, çocukluk arkadaşı Swe-de'i ve başarmak için seçtiği zorlu ama emin yolu hiçbir zaman unutmayacaktı. Gençliğinde edindiği sıkı çalışma disiplini hem kafasını hem de vücudunu her zaman sağlam kılacak ve gelecekte edineceği daha büyük başarılara onu hazırlayacaktı. Çok daha büyük başarılara. Dostluk ve öğrenme arzusu ile amiral olmak ya da donanmada meslek edinmek isteyen bu dinç ve kuvvetli çiftçi genç Dwight David Eisenhower, bir general, tarihteki en büyük silahlı kuvvetlerin komutanı ve ABD'nin 34. Başkanı olarak biliniyor. Tarihçiler, tarihi yeniden yazanlar ya da sonradan fikir yürütenler için "Ike" Eisenhower "başka hangi meslekleri seçebilirdi" üzerine spekülasyonlarda bulunmak kolay olacaktır. Zamanın sağladığı avantajla, önemli parçalar ve temel gerçeklerle ilgili bilgilerimizi bir araya getirebiliyoruz.Dwight Eisenhower'ın ciddi bir okur olduğunu ve tarihi, özellikle de askeri tarihi sevdiğini biliyoruz. Eğitim konusunda ne kadar kararlı olduğunu ve Annapolis'e girse orada da başarılı olacağını tahmin edebiliriz. Ne olursa olsun, askerler için zor geçen 1920'ler ve 1930'larda kariyerine devam edip yükselirdi. Askeri akademide sınıf birincisi olduğunu biliyoruz. İkinci Dünya Savaşı'nın başlangıcında donanmada orta derecede bir sorumluluğu olması beklenebilirdi. Dünyanın, insanlığın gördüğü en büyük cinnette, yani İkinci Dünya Savaşı'nda "Ike" adının duyulacağı da hiç şüpheye yer vermeyecek bir durumdu. Bu noktada, spekülasyonlar hayale dönüşüyor. Geleneksel olarak Amerika'nın donanmaya ve de kahramanlara karşı her zaman inanılmaz sevgisi olsa da, üst düzey donanma subayları üst düzey siyasetin içinde yer almamışlardır. Ancak İkinci Dünya Savaşı'ndan sonraki beş Amerikan başkanının da donanmada görev almış olması bu durumun değiştiğini göstermektedir; Johnson, Kennedy, Nixon, Ford ve Carter. Kennedy'nin donanmadaki görevinin ona birçok yarar sağlamış olduğu açıktır. Ama aynı zamanda kabul edilmeli ki, seçimleri kazanması ismi, maddi varlığı, karizması ve ABD'nin "dini konuları"na doğrudan eğilmesi sayesinde mümkün olmuştur. Hiçbir konuda "donanmadaki kariyeri" etkili olmamıştır. Ike'la ilgili son bir analiz onun doğal kişiliği ve doğuştan edinilmiş siyasi yapısı dikkate alınmadan yapılamaz. Donanma Komutanı ya da Amerikan Başkanı olup olamayacağı ayrı bir tartışma konusu olabilir ama Dwight David Eisenhower'ın hayat hikayesini okuyanların dikkate alması gereken noktaları açıktır:
Oku
Çalış
Sindir
Karar ver
Kararlarını eyleme geçir
Sebat et
Çok çalış ve geri kalan her şeyi Tanrıya ve şansa bırak.

1990'ların Amerika'sında bütün ırklar ve inançlar için aynı kurallar geçerlidir. Bugünkü kadar belge hiçbir zaman toplanmamış, kataloglanmamış, gözden geçirilmemiş, karşılaştırılmamış, incelenmemiş, kaydedilmemiş, görselleştirilmemiş, yazılmamış ve özetlenmemiştir. Ike Eisenhower'ınki gibi değerlerin tarıma dayalı ekonomiden geldiğini söyleyenler bu değerlerin kalıcı doğalarını anlayamamaktadırlar. Öğrenme arzusu ile dolu olanlar doğru yolu mutlaka bulurlar.


Sobemize gelelim şimdi dilerseniz.

Sevgili Berrin, en beğendiğim bloglar konusunda beni sobelemişti. Doğrusu içlerinden bir seçim yapmak çok zor. Tanıştıklarımı belirtirsem, www.berrince.blogspot.com dan Berrin. Elişlerini, rölyef çalışmalarını ve yürek sıcaklığını hissedebilinen bir blog. Kanada'dan Sevgili Serra. Yoğun çalışmaları arasında sayfasını hep güncelleyen, binbir çeşit danteli paylaşan bir kardeşimiz. www.dantelceyiz.blogspot.com dan erişilebilir. Tanıştıklarım arasında bir de Sevgili Tuhfe var, Hollanda'da yaşıyor. Maharetli ve yaptığı işlerde estetik yönü de ağır basan bir arkadaşımız. www.tuhfeninsayfasi.blogspot.com da ziyaret edilebilir. Hepsini de tandığım için çok mutluyum, çok özel insanlar.

Henüz tanışmadığım ama yüreğindeki sevgiyi hissettiğim, sıcak bölgelerin sıcak kanlı bir insanı Sevgili Nazlı var. www.nazlica.blogspot.com da güzel işler paylaşır bizimle. Henüz bizzat tanışmadığım ama, telefonlaştığımız şirinemiz Candan'ı sanırım çoğunluk tanır. www.onebirsey.blogspot.com adresi. www.nurunsepeti.com da da Sevgili Şennur hep ziyaret ettiklerim arasında, o da çok güzel elişleri yapan, zevkli bir insan. Ben de sanırım hayatım boyunca bizimkilerin (Annem ve kızkardeşlerim) yaptığı işlerden hoşlandığım gibi, bloglarda da arkadaşlarımın yaptığı güzel işler beni mutlu ediyor.

Tanıtmak istediğim çok blog var ama, buraya sığmaz. Hepsi birbirinden hoş sayfalar ve insanlar ve de ziyaret ettiğimde keyifli dakikalar geçirdiğim samimi, faydalı siteler.

Bu güzel Istanbul sabahında son cümlelerimi yazarken, herkese güzel bir hafta sonu diliyorum, hoşçakalın, sağlıcakla kalın efendim.


















13 Nisan, 2007

BİR HAFTANIN SONU, KALDIĞIMIZ YERDEN DEVAMI

Blogumun başında yer alan "Kuşlar uçuyor, ömür geçiyor" sözü Aziz Mahmud Hüdaii (K.S) a ait ve ilk işittiğim andan itibaren beni düşündüren, zorlukla karşılaştığım anda, tekrar ettiğim bir cümle. Hayat amma zor, amma kolay uçup gidiyor, atalarımızın " bu da geçer ya hu" sözünde de ifade edildiği gibi herşey geçip-gidiyor, bize kalansa, arkamıza yaslandığımızda hissettiğimiz huzur en büyük kazanç, varsa yaptığımız yanlışlar, içimizi tırmalayan fiiller sergiledikse bu da en büyük zarar. Giden gün ömürden ve sermayeden gidiyor ve geçen zamanın telafisi yok.

Vakit nakittir atasözümüze rağmen zamanı oldukça hor kullanmamız, japon düşünürlerin de dikkatini celbetmiş ve bu sözünüze rağmen bu şekilde hareketiniz çok zengin olmanızdan mı şeklinde bir sual yöneltildiğini dinlemiştim bir KYS seminerinde.

İşte biz de geldik bir hafta sonuna daha ve seminerde, mesai de bitti ve eve dönüş için geciken aracı bekliyorum. Seminerin son iki gününde yine etkileyici liderlik üzerine konular işlendi.

Liderliğin doğuştan olduğunu savuanlardandım ben de yorum yazan arkadaşlarım gibi. Hoca, sonradan da kazanılabileceğine ilişkin nazariyeleri aktardı ama, taşıma su ile değirmen dönermi sözümüz akabinde,kendisinin esasında bu iki görüş arasında, belli bir kapasiteye sahip olan kişilere verilecek eğitimle bu olması gereken çizgiye sahip olabileceğini ifade etti ki, bu şahsen bana da makul geldi.

Lider özelliklerine kısaca değinecek olursak; liderin varlığı bulunduğu yer için motivasyon kaynağıdır. Yöneticiler hata arayabilirler ama, liderler doğru avcısıdır. Doğruyu arar ve neyi, ne zaman takdir edeceğini bilirler. Gerektiği zaman kişiyi takdir ederler ama bu, rastgele herşeyi takdir edip, takdirin ağırlığını izale edecek şekilde değildir. İşini tutku ile yapar ve inanır. Aksi halde, kendisinin inanmadığı, önüne geçmediği bir işte, insanlar kerhen yapma eğilimine girerler.

Aracın geldiği haberi ulaştı, artık son kelimelerimi yazarken, herkese güzel bir hafta sonu geçirmelerini temenni ediyor, sözlerimi seminerde beni en çok etkilyen bir cümle ile bitirmek istiyorum.

"Ateşlenmiş bir insan ruhundan daha etkili bir bomba tanımıyorum." Buna en iyi örnek, Çanakkale ve de tüm İstiklal Harbimiz. Sobe ve diğer konuları daha sonra ikmal etmek üzere, hoşçakalın efendim.

Not: Yukardaki görüntü şubat tatilinde Bolu'dan görüntülendi.

12 Nisan, 2007

Misafir Sofralardan Matlube, Sobenin Cevabı ve Etkileyici Liderlik Seminerinden Notlar


Son zamanlarda yoğunluktan blogumu güncelleyemeyince, sizlerle paylaşmak istediğim bir yığın dosya ve konu birikmiş oldu. Dün bu sezonun son eğitimine başladık, 'Etkiliyeci Liderlik'. Birazdan ikinci kısmına katılacağım ve yarında devam edecek. Öğlen arasını da bloguma ayırdım.

Öncelikle matlubeden bahsedeyim dilerseniz. Öğrencilik yıllarımızın baş yemeği. Son yıllarda pek yapmadığım, Bolu'da misafir olunan bir sofradan alınmış bir görüntü. Salata bizim küçükhanıma ait. Kendileri son günlerde OKS stresi ile bunalımları oynuyor, salata rahat günlerinden. Bu arada çocukların bu yaşta böylesi bir yarışa ve de strese tabii tutulmaları çok acı. Sistem değişikliği gelecek nesli kurtarabilir inşallah. Aile olarak rahatlatmaya çalışsanız da, okul, arkadaş ve dershane çevresi yeterli oluyor.

Vakit doldu arkadaşlar, seminer başladı. Sadece şunu belirterek geçeyim, 'Liderlik doğuştan mı dır, yoksa eğitimle sonradan kazanılabilir mi' hususunu işledik dün. Bu konuda davranış bilimciler de ikiye ayrılmakta olduğu belirtildi. Liderlik, plan, prosedür ve organizasyonların olamayacağı kriz durumlarında, klasik ilkelerden ziyade, çalışanlarınızın ya da etrafınızda bulunanların, sizi doğru anlamaları, sizin gösterdiğiniz hedefleri gerçekleştirmeleri, sizin için fedakarlık yapabilmeleridir.

Liderlik bu gibi durumlarda, insanları bir arada tutma, bir amaç uğruna harekete geçirme ve çabalarını etkiliyebilme işidir.

Liderlik, kendisini günlük rutin işlerin içinde değil, engellerin, krizlerin, sorunların aşılması esnasında gösterir.

Çünkü insanlar; felaketler ve engellerle karşılaştıklarında kendilerini kurtaracağına inandıkları kişilerin kendilerini yönlendirmelerine izin verirler.

Şimdilik bu kadar bahsedip, soruyorum: Sizce liderlik doğuştan mı, yani lider mi doğulur, yoksa sonradan kazanılabilen bir özellik midir?

Sobe ve devamı, arzu eden olursa matlubenin tarifi bir sonraki posta kalsın.Ben geç kalıyorum görüşmek üzere...


03 Nisan, 2007

GECİKEN KIBRIS YAZIM

Evde ki bilgisayar problemli idi, henüz düzeltiyoruz, iş daha önce de arzetmiştim çok yoğun olunca sayfam günlerce güncellemeden kaldı... Bugün yer alan fotoğraflar, geçtiğimiz hafta işyerimizden arkadaşların da iştirak ettiği bir Kıbrıs semineri sırasında görüntülenip, ben de sayfamda bu hususu yazınca tarafıma gönderilen resimlerden.

Yukarda 2 Ağustos 1974 tarihinde, Lapta Muharebelerinde son derece namüsait ve dar bir yolu tırmanarak, geceye doğru Beşparmak Dağları'na ulaşıp, daha sonra düşmanın döşediği bir mayına basarak tahrip olan bir tankımızın görüntüsü yer almakta. Bilahare ardından gelen bir tank tarafından kenara itilmiş ve askerimizin yüreği ile kazandığı bir savaşın anıtı olarak orada durmakta ve bizlere kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derin manalar hissettirmekte...

"Çatla da Patla Makarios Kıbrıs Bizim Olacak!"

Hafızamda kalan ilk Beşparmak Dağları lafzı yine birinci sınıfta, ince, dar bir sokak eve geliyorum. Bir asker geçiyor, bütün amcalar başına toplandı ve tabii biz çocuklarda eklendik. Harpten haber soruluyor, tabii o vakitler televizyon yeni geliyor Sivas'a ve bırakın kırk iki kanaldan kanala geçmeyi yüzünü gören yok henüz. Heyecan dorukta, asker abi anlatıyor, "durumumuz iyi, askerlerimiz Beşparmak Dağları'nı ele geçirdi" amcaların yüzünde mesut bir gülümseme yayılıyor, ben de sevine sevine eve gelip, anneme anlatıyorum ve dağın ismi farklı geliyor olmalı ki tekrarlayıp duruyorum, Beşparmak Dağları.... diyerek.

O yıl doğan komşu çocuklarına 'savaş' ismi veriliyor. Bizim oyunlarda harpten nasibini alıyor. Makarios, Karamanlis, normalde hiç ilgimizi çekmeyecek isimler, oyunlarımızda, yüreğimizde... Askerimiz orada, eş-dost çocukları orada, ardından bizim dayı oğlu gibi, sefer görev emri ile ikinci kez askere, daha doğrusu harbe giden yakınlarımızdan da dolayı odaklanmışız Kıbrıs'a. Bunda pek tabii, Saygıdeğer A.Turan ALKAN'ın tabiri ile kendini memleketin tapu muhafızı gibi hisseden iç anadolu insan ruhununun katkısı da büyük...

Radyo da Başbakan Bülent Ecevit'in açıklamalarını dinliyorum büyüklerle birlikte. O günlerin etkisi ile, 80 öncesinde ilkokul çocuklarının bile politize olduğu dönemde ben de içten içe Ecevit'i tutuyorum. Bilahare ortaokul yollarında, sağcı-solcu 'anarşist abilerin' çatışmlarına tanık olup, kaçacak delik arayarak ömür geçirince hepsinden soğuyup, vazgeçiyorum...

Hasan Abimizin sefer emri hiç unutamadıklarımdan biri. Taceddinle aynı yaşta sayılırız. Kendini yerden yere atıyor, Erzurum kökenli dünürümüz Derviş Dede sakinleştirmeye çalışıyor. Dede çok sertti, normalde korkardık biraz ondan ama, sanırım o gün o çocukların feryadından korkmuş gibi dindirmek için çırpınıp, duruyordu. Yengem, annem, kadınlar sessizce ağlaşıyorlardı. Babamlar bir arabayla alıp gidiyorlar. Ardından su serpildiğine şahit oluyorum ilk kez.

Sonra ki yıllarda, ismini ve yaşadıklarını daha teferruatlı öğrendiğim bir subayın, saklandıkları banyo küvetinde katledilen eşi ve çocuklarının hikayesinde, çocukların yerinde hissediyorum kendimi, ürperiyorum geceleri uyumazdan evvel. Cengiz Topel'i, Şehit Gazeteci Adem Yavuz'u duyuyor, okuyorum haberlerden. Adem Yavuz'la ilgili daha çok şey yer alıyor belleğimde, şehrimizden olması hasebiyle. Gazeteci arkadaşı ile birlikte saldıya uğradığını, yaralanan arkadaşını hastaneye götürdüğünde, arkalarından gelen saldırganlar tarafından vurulduğunu okuyorum. Son sözleri beni derinden etkiliyor. Bir de okumadığım ama, insanlardan duyduğum, narkozsuz ameliyat hikayesini epey düşünüyorum. Sonra ki yıllarda adına yaptırılan çeşmeden su içerken yine aynı hisler sarıyor beni. Bir de türküsü vardı adına söylenen. Sivas'ın bir köyünden. Ne hikmetse muhtarın hanımının da ismi geçiyor ve hatırımda kalan;

"Muhtarın hanımı Hatice Kadın,

ben bu canı vatan için adadım,

Anka ajansında Adem'dir adım,

Ben öldüm gidiyorum Vatan Sağolsun!" dörtlüğü kalmış belleğimde. Arkadaşlarımın koro halinde sesleri geliyor, ben de dışarı fırlayıp katılıyorum oyuna;

" Elinde tabla, hoşgeldin abla,

eteğini topla, rahat otur abla..... diye başlayıp, fazla da alakalı olmayacak şekilde savaşa geliyor ve ;

" elinde bıçak, sanki bana vuracak,

Çatla da patla Makarios Kıbrıs bizim olacak!" diyerek zıplıyor, hep bir ağızdan bağırıyoruz, Kıbrıs bizim olacak! Hoşçakalın.